Bu Blogda Ara

Türk Dili ve Edebiyatı sitesi, Edebiyat derslerine yardımcı,

29 Kasım 2019 Cuma

YUNAN MEZALİMİ, YUNAN KATLİAMLARI


SUNUŞ
           
            Elinizdeki kitapçık Kadir Mısıroğlu’nun Yunan Mezalimi adlı kitabından, Prof.Dr. Kaya Bilgegil tarafından derlenerek bir makale haline getirilmiştir. Bu makale, Kadir Mısıroğlu’nun kitabından özetlenerek yazılmıştır. Bu makaleyi okumak bile bir “işkence” gibi. Bu okuduğunuz yazı, bir hikayeden, bir romandan, bir  ütopya kitabından alınmamıştır. Bu yazılanlar bir gerçek, yani olmuş, yaşanmış şeyler…Nasıl yaşandığına dair akıllarda bir soru kalmamalı; insanın aklına  “Bütün bunlar yaşanmış mı? Yaşanmış olamaz!’ gibi bir düşünce gelse de, Türk milletinin  ne yazık ki yaşadığı bir gerçekliktir bu. Türk milletine bu zulmü reva gören sadece  Yunanlılar değildir, Bulgarlar da onlardan aşağı kalır değildir. Ermenilerin Ruslarla birlikte, doğu illerimizde yaptığı zulümleri de bunlara eklemek gerek.

            Milli şairimiz Mehmed Akif Ersoy, “Tarih hiç ibret alınsaydı, tekekkür (tekrar) eder miydi hiç?” der. Tarih, ibret almak için insan için önemli bir sahnedir. Her millet, kendini tarih sahnesinde görme imkanına sahiptir. Bir millet, ne kadar tarihi bir birikime ve derinliğe sahipse o kadar geleceğe doğru emin adımlarla yol alır. Bu konuda “İstikbal, köklerdedir.” sözü meşhurdur. Tarih, insana köklerini hatırlatır; bir milletin nerelerden geldiğinin şuurunu verir. Bu bakımdan tarih, bir milletin yararlanacağı en önemli,hayati  ilim alanlarından biridir. Tarihe, tarihine önem vermeyen bir milletin, millet olma şuuru da yok demektir. Tarihinden ders almayan bir milletjn, tarihteki yeri de sağlam değildir.

                        Yunanlılar bu zulümleri yaparken, hangi düşüncelerden hareket etmekteydiler? Türklere bu zulümleri neden reva görmüşlerdir? Türkler, Balkan devletlerini dört yüz beş yüz yıl adaletle yönetmişler, yönettikleri yerlerde hangi din ve mezhepten olurlarsa olsunlar insanları inançlarında serbest bırakmışlar; bu milletler inançlarını özgürce yaşamışlardır. Dinlerine, inançlarına yönelik bir kısıtlama ile karşılaşmamışlardır. Buna rağmen Osmanlı’nın zayıf olduğu son dönemlerinde Balkanların kaybedilmesiyle birlikte I.Dünya Savaşı sonunda yapılan anlaşmalarla  Osmanlı Devleti’nin işgal edilmesi sonucu Yunanlıların memleketimizde giriştiği katliamlar, neyin göstergesidir? Yılların birikmiş kini,intikamı mı? Nasıl bir kin ve intikamdır bu böyle? İnsanlığı utandıracak bir zulüm ve katliam,hangi medeniyet tasavvurunun sonucudur? Mehmed Akif Ersoy, İstiklal Marşı’nda boşuna seslendirmiyordu bunu:

Medeniyyet dediğin tek dişi kalmış canavar.

            Evet bu “medeniyet” dediğimiz Batı medeniyeti nasıl bir medeniyettir acaba? Batı medeniyetinin üç sac ayağının olduğu bilinir: Yunanın paganizmi, Romanın Hristiyanlığı ve aydınlanmanın beraberinde getirdiği pozitivist düşünce. Vahiyden, Tevhidden ve İslam’dan nefretini saklamayan bir medeniyet bu. Bu nefretini, kinini kitaplarında açıkça yazmaktan çekinmemiştir. Bu medeniyetin kirli yüzünü Akif, I. Dünya Savaşı’nda ,Çanakkale’de çok yakından görmüş bir şahsiyettir. Bu “medeniyet”, birçok medeniyeti öldürmüş, katliama tabi tutmuş bir “medeniyet”tir. Batı medeniyeti; katliamlar, savaşlar, zulümler medeniyetidir. Gittiği, girdiği her yeri huzursuz etmiş, savaşlar çıkarmış, toplumları katliamlara tabi tutmuştur. Bu yüzden Batı’nın hayranlığını gizleyemediği Yunanlılar da, Osmanlı/Türk  topraklarını işgal ettiği zaman, Müslümanlığın, İslam’ın sancaktarlığını yüzyıllardır elinden düşürmeyen, İslam medeniyetinin önemli bir ülkesi olan Osmanlı Devletinde yaşayan Türklere yapmadığı eziyet kalmamış, yüzyılların kinini, intikamını insanlarımıza uygulamaktan çekinmemişlerdir.

            Bu zulümler, tarihte kalan bir “gerçek” midir peki? Yani Yunanlılar, bugün Türkiye’yi yine işgal etmiş olsa, bu zulümleri tekrar yapmaz mı diye düşünüyoruz? Peki Ermenilerin, özellikle Doğu Anadolu’da yapmış  olduğu Doğu’da yaşayan insanlarımıza reva gördüğü zulümler, Yunanlılardan az mıdır? Ermenilerin zulümleri de en az Yunanlılar kadardır. Peki Rusların zulümlerini veya onların Ermenilerin yaptıkları zulümlere ses çıkarmamalarını nasıl okumalıyız? Ermenilerin Doğu’da yaptıkları zulümler, Batı’da Yunanlıların yaptıkları zulümlerden aşağı değildir. Aslında mesele Türk meselesi de değildir; mesele Türk’ün İslam’ın ve Müslümanlığın sancaktarlığını yapması meselesidir. Türk’ün Müslümanlığından, Müslüman Türklerden nefret ediyorlar. Türkün İslam’ın sancaktarlığı yapmasından hoşnut değiller. Çünkü İslam, zulmün,  katliamın, haksızlığın, sömürünün karşısında bir dindir ve bu dine mensup olan Türkler de, Müslüman olduktan sonra zulme ve katliamlara engel olmuş.sömürüye “dur” demiş, sömürgeciliğin karşısında olmuşlardır. Bugün de Türkiye’nin dünyadaki zulümlere ve katliamlara en fazla ses çıkaran bir ülke olduğuna şahit oluyoruz. Türkiye’nin güçlenerek, köklerine sahip çıkması, yani Osmanlı’daki gibi zulümlere engel olan bir ülke konumuna gelmesi istenmiyor; bu yüzden Türkiye’nin önü alınmaya, kesilmeye çalışılıyor; çünkü Türkiye, zulümlere en kuvvetli ses çıkaran bir ülke olarak, Batı sömürüsünün önünde en büyük engel. Bu engeli ortadan kaldırmaya, hiç olmazsa tesirsiz hale getirmeye çalışıyorlar. Bütün planları , amaçları  Türkiye’ye diz çöktürebilmek, söz söyleyemez, ses çıkaramaz hale getirebilmek…Bu yüzden ülke ve millet olarak birlik ve beraberliğimizi pekiştirmemiz, birbirimize sımsıkı sarılmamız gerek.

             Osmanlı ve onun devamı  Türkiye olarak, çok milletlere, toplumlara kucak açmış, zulme uğrayanlara yardımlarımızı esirgememişiz. Osmanlı nasıl, zulme uğrayanların yanında ,onlara kucak açmış ise, ”Asım’ın nesilleri”ni barındıran Türkiye de zulme ve haksızlığa uğrayanlara kucak açmış, mazlumlara yuva/ sığınak olmuştur. Türkiye, mazlumların sığınacağı huzurlu, adaletli bir ülkedir. Huzurumuzu bozmak için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar. Türkiye, bütün  mazlumlara bir  “ensar” olmuştur. Türkiye, kendisi de bir  “mazlum” ülke olarak, mazlumluğun ne demek olduğunu bildiğinden zulme uğrayanlara yardım etmeyi inancının ve insanlığının bir gereği olarak görmüş, bunu bütün dünyaya göstermiştir. Biz Türkiye olarak güçlü olmayı sömürmek için değil, sömürüyü engellemek için istiyoruz; tıpkı  Selçuklu, Osmanlı gibi.

            Bugün, tarihte gördüğümüz zulümlerin ,eğer zayıf olur ve birlik içinde olmazsak, aynısını yine görebiliriz. Batı medeniyeti İslam’a ve Müslümanlara, İslam’ın temsilcisi olan Türkiye’ye karşı daha az acımasız olacak değildir. Çanakkale’de Batı’nın hıncını. intikam hırsını bu millet çok iyi gördü ve anladı. Tekrar Batı’yı sınamaya gerek yok. Batı, yine aynı Batı; açgözlü, hırsları için toplumları kana ve göz yaşına boğmaya hazır, İslam ve Müslümanlardan hoşlanmayan, Müslüman kanlarının akıtılmasından rahatsız olmayı bırakın hoşnut olan bir Batı’dır. Batı, kendisini değiştirmez; çünkü zihniyeti sömürüye ayarlı ve odaklıdır. Batı sömürücüdür, katliamcıdır, Bunu, bugün de dünyanın değişik yerlerinde yaptığı katliamlardan görüyoruz. Avrupa’nın ortasında Bosna-Hersek/ Srebrenitsa’da yaptığı soykırım, bütün dünyanın gözleri önünde cereyan etmiştir. Müslümanlardan nefret eder; kendini büyük görür; kendi medeniyetine karşı ses çıkaranları, kendisine engel olmaya çalışanları  ezmeye, yok etmeye çalışır; daha önce yaptığı gibi. Batı, kendinden üstün bir medeniyet olduğuna inanmaz; her yere medeniyetini götürmeye çalışır. Bunu, gittiği ülkelere huzursuzluğu, savaşı, kanı götürerek yapar.

            Peygamberimizin Müslümanlara her zaman akıllarında tutmaları gereken bir ihtarını unutmamak gerekiyor: “ Küfür, tek millettir.” Amerika ve Batı dünyası bir olmuş, Müslüman dünyaya, tarihte çokça görüldüğü üzere bugün de saldırıyor, parçalamaya, yok etmeye çalışıyor. Haçlı seferleri bitmiş değil; tarihten Müslümanları silmek, etkisiz hale getirmek için bütün oyunlarını oynuyorlar. Ne istiyorlar Müslümanlardan/Türklerden? Kendilerine, sömürmelerine karşı çıkmamalarını, ne denirse yapmalarını istiyorlar. Ama zulüm ve haksızlık, Allah’ın adaletiyle bağdaşmaz. Zulüm, kendi kendisini yıkar. Allah, zulme razı olmaz. Allah , zulüm yapan, zulümde ve sapıklıkta haddi aşan milletleri, toplumları helak etmiştir. Zulüm ile abad olunmayacağını” tarihi hakikatler bize çok açık bir şekilde gösteriyor.

            Dünyayı parselleyen Batı dünyası –Amerika da dahil-  gerçek bir “barış” amacı taşımış mıdır acaba? Yani Batı’nın amacı barışa hizmet midir? Batı ,barışçı ya, ileri ya, gelişmiş ya, teknolojik gücü var ya, dünya görüşü olarak bütün medeniyetlerden ileri ya, herkesi kendi medeniyetine saygı duymaya, itaat etmeye çağırıyor ya, kendi medeniyetinden başka bir medeniyete ve anlayışa saygı duymayıp reddediyor ya… böyle bir zihniyete, düşünce biçiminin dünyaya barışı getirebileceğine inanılabilir mi? Bu teorikte böyle de pratikte bu barışı görebiliyoruz mu peki? Haçlı seferlerinin amacı barış getirmek miydi?  Coğrafi keşiflerin, teknolojik gelişmelerin amacı, dünyaya barışı yaymak için miydi? Peki bugün Batının sömürgeci anlayışında bir değişim, başkalaşım söz konusu mudur? I. Dünya Savaşı bir paylaşım savaşı değil miydi? II. Dünya Savaşı, bu paylaşımın tamamen yapılamadığının bir ispatı değil miydi? Bu savaşı çıkaran Batı’ydı ve aşağı yukarı altmış milyon insanın ölümüne sebep olmuştur.

            Batı medeniyeti düşmanlığı mı yapıyoruz burada? Evet. Bu medeniyetin dünyaya ve insanlığa bir yararının olmadığını tarihen görüyoruz. Dostoyevski  Batı Çıkmazı adlı eserinde Batı’ya eleştiriler yöneltirken Batı’yı değiştirmek, dönüştürmek, çıkmazdan kurtarmak ister. Doğu’dan da uzaktır ve ona göre Doğu sömürgeleştirilmek için vardır ve Doğulu bir devlet olarak Osmanlı nefretini en üst perdeden dillendirir. Dostoyevski de büyük bir sömürgeci zihniyete sahiptir ve bütün Doğu halklarının olduğu gibi Osmanlı Devleti’nin sömürgeleştirilmesi gereken ,onun yönetme kabiliyetine sahip olmayan Asyalı bir ülke olduğunu dile getirir düşünce yazılarında. Bu büyük romancının derin ırkçı, faşist, sömürgeci bir anlayışa sahip olması ilginçtir. Batı’nın tek başına dünyayı sömürgeleştirmesine karşıdır o; Rusya önderliğinde Batı’yla birlikte dünyanın sömürgeleştirilmesi  taraftarıdır. Yoksa dünyanın sömürülmesine hiç karşı değildir Dostoyevski. Dostoyevski’nin Osmanlı/Türk düşmanlığında eline kimse su dökemez. İslam ve Müslümanlar, hakaret kelimeleriyle, kötü sıfatlarla anılır. Dostoyevski, Bir Yazarın Günlüğü adlı eserinde Türkleri “vahşi bir sürü” olarak niteler ve bu millete, bu alçak ülkeye insanca davranmanın mümkün olmadığını belirtir. Bunu Çanakkale’de  İngilizlerle savaşırken eski İngiltere Başbakanı  Sir Winston Churchill’in söylediği Türkler ile ilgili söylediği sözler, Batı medeniyetinin bakışını, düşünce dünyasını göstermesi açısından çok iğrençtir. Çanakkale’de Türklere karşı zehirli gaz kullanılıp kullanılmayacağı tarşılırken Churchil: “Barbar bir kabileye karşı silahlarımızın bütün avantajlarından niçin yararlanmayalım ki?" Türkler “barbar”dı, dolayısıyla insan sayılmayacağı için her çeşit insanlık dışı muameleye tabi tutulabilirdi. Nitekim Çanakkale’de bu yapıldı. Çanakkale’de Batı’nın kendisi Türklere karşı yamyamlık yapmış, savaş hukukunda yapılmaması gereken birçok şey yapılmıştır. Onun için Mehmed Akif Ersoy, “Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela” diye Batı’nın bu durumunu resmeder. Bu resim, gerçekçidir; inkar edilemez.

            Ruslar da Türkleri barbar gördüğünden, Türklere barbarca davranmayı normal kabul etmişlerdir. Türk düşmanlığında Ruslar da çok ileridirler. Tarihe  bakıldığında Rusların bu Türk ve Müslüman düşmanlığını çok açık görürüz. Osmanlıya en fazla zararı olan bir millettir Ruslar tarihte. Rusların Doğu’da ve Türk Cumhuriyetlerindeki yaptığı zulümler de tarihin sayfalarındaki yerini almıştır.

            Biz bu bakımdan medeniyetleri sömürgeci olan ve sömürgeci olmayan medeniyetler olarak ikiye ayırabiliriz. Bu basit ama önemli ayrım, medeniyetlerin belirleyici özelliklerinden biridir. Sömürgecilik önemli…Sömürgecilik, savaşın tamamlayıcı bir unsurudur. Savaş medeniyeti mi barış medeniyeti mi? Tercih insanlığın…Yani bir medeniyet, bir ülkeyi istila ettiğinde oraya barış mı getiriyor, savaş mı getiriyor? Savaşın mı barışın mı  yanındadır medeniyetler? Son iki yüzyıldır Batının çok açık “maddi” bir üstünlüğü var dünyada. Müslüman dünyanın Batı gücünün karşısındaki zayıflığı çok açık. Ancak bakıldığında bütün dünyayı kan ve gözyaşına boğan iki dünya savaşına da sahne olmuştur dünyamız. Bu dünya savaşlarını Müslüman dünya çıkarmamıştır. Dünya savaşlarından sonraki zamanlarda da Müslüman dünyanın rahat bırakılmadığı, yine kan ve gözyaşına boğulduğunu gözlemliyoruz. Batı, gittiği her yere beraberinde savaşı da beraberinde getirmiş, birçok insanın hayatını kaybetmesine sebep olmuştur. Çünkü medeniyet anlayışları hak üzerine değil kuvvet üzerine bina edilmiştir. Kuvvetli olanın haklı olduğu bir dünya düzeni kurmuştur Batı. Kuvvetin kaynağı ise savaş teknolojisindeki üstünlüğüdür. Haklı olmanın dayanağı kuvvet olduğundan, karşısındaki hiçbir düşünceye de hayat hakkı tanınmamış, özgürlük sadece retorik olarak kalmıştır.

            Soru şu: Kuvvetin hak kabul edildiği bu Batı medeniyetinin bu düşüncesini bırakabilmesi, hakkın yanında olması ,kendini değiştirebilmesi mümkün müdür? Bu konuda tarih bize önemli bilgiler vermektedir. Hz.Adem’den bu yana, yani oğulları Habil ve Kabil’in mücadelesinde ve onun devamında, Peygamberlerin mücadelelerinde görmekteyiz. Tarih boyunca birçok peygamber gönderilmiş, ancak çoğu katledilmiş, yine çoğuna da inanılmamıştır. Yine büyük peygamberlere baktığımızda Hz.Musa’nın getirdiği öğretinin değiştirildiğini, Hz.İsa’nın “öldürüldüğü”nü ve Tanrılaştırıldığını görürüz. Tevhid inancından sapıldığı ve Tevhid inancına aykırı yollara gidildiği tarihi bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.


YUNAN MEZALİMİ

Prof.Dr.Kaya Bilgegil


            Birdenbire etraf aydınlanıyor, eşyanın çehresi açıklık kıvanır gibi bir hâl alıyor; sonra her şey; merkezden çevreye doğru koyuluğu azalan dumanların altında kayboluyordu. Bu; kırmızı bir şimşeğin parlayıp sönmesi gibi bir hâldi.

            Narin, beyaz gövdeleri, dantelâlı şerefeleri -başlarında hilâlin en mahzum hâl aldığı- mahrutî, zarif külâhlarıyla şurada burada göze çarpan minâreler; birer istiğfar nidâsı halinde göklere fırlayacak gibi idiler. Kimbilir, belki melekler, şerefelere şehir için ağlamağa inmişlerdi. Belki de cismaniyet kazanmış, yerden kopmağa müheyya "füze" şeklini almış -yüzlerine alevlerin pembe akisleri vuran bu imân huzmeleri; huzûr-ı Rabbülâlemin'e bu milletin dertleriyle yükselmek üzre idiler.

            İzmit; yangınını söndürmek üzere eğilmişti: Heyhat, durgun suyun aynasında, mürtesemi; daha geniş saha kaplayan ikinci bir yangın meydana getiriyordu. -Alev altında kalan her sahilde olduğu gibi- bu çift yangın manzarası büsbütün korkunçtu. Görme ve dokunma duygularının sarsıntılarla idrâk edeceği bu dokunum arkasında, ikinci bir dekor daha vardı: Çıktıkları noktaların tesbiti mümkün olmayan uğultu, gürültü, patırtı, infilâk çığlıktan... meydana gelen sesler dekoru... Bu 'dissonance" bütünlük içinde, kadın feryatları, -en üst perdede- havavı. alevleri yırtıyordu. Şehir, alev, duman, kor ateş, kömür, kül olmuştu. İzmit yangınını, bana hiçbir İzmitli söylemedi. "Yunan Mezâlimi" adlı kitaptan okudum.

            Kadir Mısırlıoğlu'nun kitabına aldığı M. Gohri imzalı 10 Temmuz 1921 tarihli raporda: "Gülnihal, sıcaklık ve alev dalgalarından rıhtıma yanaşmakta tereddüt ediyordu" cümlesi vardır. Gülnihal, Kızılay'a âit bir vapurun adı.

            Limanında Fransız, İngiliz, Amerikan gemileri bulunan İzmit'te böyle korkunç bir yangın çıkaran Yunanlılar, onlardan çok ileri giden yerli Rumlar; Marmara Bölgesi'nin diğer köy ve kasabalarında rahat dururlar mı? Bin erlik Orhangazi'de, yangından beş er kurtulabilmişti. Narlı, Kapaklı, Karacaali, Çeltikçiler de ateşe verilmiş. İznik civarında yirmi dört köy yakılmıştı. Söz konusu bölgedeki yangın yer, çeşit ve şekilleri hakkında "Yunan Mezâlimi" adlı kitaba alınan raporlarda teferruat vardır. Meselâ, erkekleri kahveye doldurarak yarım saat makinalı tüfek ateşine tâbî tutulan Muratoba köyünde, kadınlar da câmie doldurulur; gaz döküldükten sonra mabet, ateşlenir. Cihan köyünde, süngü ve kurşunlardan kurtulanlar da, Hacıosman'ın evine sokulup yakılmışlardır. Yalova'ya bağlı olması lâzım gelen Kocader-i bâlâ'da ise, dokuz kişi çeşitli işkencelerden sonra, "köyün diğer sakinleri, kendi evlerine hapsedilmiş ve evler ateşe verilerek içeride yakılmaları şeklinden telâfi edilmiştir. "Bu ateş oyunlarının daha korkunç şekilleri var; yine bu raporların birinden öğreniyoruz ki, Yalova'nın Çınarcık nahiyesinde "bir taraftan ateşe verilen evler tutuşurken Yunan askerleri süngülerinin ucuna taktıkları küçük bebekleri kuzu kızartır gibi ateşlere tutmuşlar, genç kızların memelerini keserek kebap etmişlerdir. " Bunlar; yalnız dirileri değil, ölüleri de yakıyorlardı: "Gemlik meydanında Müslümanlar'dan 7 - 8 ölü üst üste yığılmış ve gaz kâfi gelmediği için ancak ikisi yanmış, diğerlerine bir şey olmamıştı. " Cihanköyü'ndeki tüyler ürpertici hadiseyi de anlatalım: Burada 5 yaşına kadar olan küçük çocuklar toplanır, iki şilteye dökülen gaz ateşlenir, yavrular annelerinin gözü önünde süngüye takılıp ateşe atılırdı. Hep Balkan Harbi'nde Rumeli'nde geçen vakalar.

            Ey, Vietnam'daki "insan kardeşleri" için manzumeler yazan Türkiye Çocuğu, Türkiye'de ateşler alında kalmış olan şehirleri, kasabaları, köyleri, insanları, insan vücudundan koparılmış et parçalarını ne çabuk unuttun da, Okyanusun ötesindeki insanlar için dertlenmeğe vakit buldun. Yoksa hiç mi öğretmediler? Bizimkiler için de bir damla gözyaşın yok mudur?

            Marmara Bölgesi'ndeki Yunan Mezâlimi yalnız yangın çıkartmaktan ibaret kalmamıştı: Soygun, katliam, işkence, çeşitli cinsi saldırganlıklar, suretinde kendini göstermiştir.

            En hafifinden başlayarak bunlara bir göz atalım: Soygun, Karamürsel'in biraz ötesinde bulunan Ereğli'de mal olarak taşınabilecek herşey götürülmüş; götürülmeyenler de, dükkanlardan sokaklara saçılmıştır. Bir Fransız askeri, izmit'te yerli Rum'dan bir çeteyi yakalar; tahkik heyetine getirir: Rûm'un sırtında Yunan askerine âit çantada "120 tane kadın bileziği, 700 altın ve külliyetli miktarda banknot" bulunur. Bu durumu tesbit eden raporda:"Almak salâhiyetimiz olmadığı hâlde çantayı İzmit mıntıkası müttefik kuvvetleri kumandanı olan Yüzbaşı M. Jaseph Gerald'da teslim ettik" deniyor. Yine İzmit'le ilgili sayfada bütün evlerin "talan" edilmiş olduğu anlatılıyor. Hey'et; Çeltikçiler Köyü'ııde, Yunanlıları, "talan" ettikleri malları, katırlara yükleyip kaçarken görmüştü. Narlı, Karacaali köylerinde, ahaliye ödemeyecekleri kadar para cezası yüklemiş; bilâhere de, kadın-erkek, bu köylerdeki bütün halkın üzerlerinde ne varsa alınmıştı. Cihanköy ahalisinin katliâmı da, yine ödenmesi istenen 4000 altının köy halkı tarafından temin edilememesi üzerine başlar. Çakıllı köyü, başka bir yağma yeridir.

            Çınarlı Köyü halkının mukavemetsiz soyulması, yerli Rumların hususî bir hilesi eseridir. Tahkikat heyetinin uğradığı köylerden birinde, yegâne sağ kalan bir çoban, silah aramak bahanesiyle evlere giren Yunanlı lann yükte hafif pahada ağır ne varsa hepsini götürdüklerini ifâde etmiştir. Yalova'ya bağlı Kelek, Zindanköy, Uzunpınar, Müselim, Çalcıköyü, Delipazar, Salucak, Dağıstanî, Reşadiye, Kirazlı ve Yurattan köyleri; Yunan kumandanının emri ile tamamen soyulmuştu. Kandıra'da postahane, hükümet konağı önce soyulur, sonra yakılır. Bu soygun vakalarının çok korkunç bir örneğini Yunan Mezâlimi adlı kitaptan nakledelim: "Kocadere-i bâlâda hey'et tarafından yakalanan bir Yunanlı'nın parmağında bir avuç kınalı kadın parmağı, bilezikler, altınlar çıkmıştır. "

            Derecesi hafif sayılacak ikinci bir zülüm örneği, insanları çırılçıplak hale koymak oluyor. Onunla kalsalar... Mâmafıh bunların iki örneğini zikretmekle yetinelim: "31 Mayıs günü Hamidiye Köyü'ne giren 200 Yunan askeri evvelâ evlere saldırmış, bütün halkı anadan doğma soymuş...", sonra... sonrasını aşağıda okuyacaksınız. Orhangazi'de de, çırılçıplak hâle konan Müslüman ahaliye revâ görülen ikinci işkence, bunların kırbaçla dövülmesidir. Türk'e Türk eliyle zulümde bulunmak için de gayret sarf ediyorlardı. Aşağıda çok iğrenç bir örneğinden bahsedeceğimiz bu hadiselerin bir kısmı da Orhangazi'de geçmişti. Ellerine sopalar verilen Türk erkekleri kendi karılarını dövmek için zorlanmıştı.

            Fakat bu çeşit hafif hadiseler üzerinde durmayalım; Türk milletini toptan yok etmek için nasıl korkunç bir sistem uygulamıştır? Ona bakalım: Orhangazi'de, yangından kurtulan beş evden biri, üst üste yığılmış Türk cesetleriyle doluydu. "Heyet âzâları", işitilen inleme sesleri üzerine, kan içindeki bu cesetleri birbirinden ayırarak sağ kalanları kurtarmak istediler. "Ancak nabızları durmak üzere olan bir ihtiyarla 16 yaşında bir delikanlı bulundu. Gözleri açık kalmıştı. Sanki yaşıyordu. Biraz ileride kamından bağırsaktan dökülmüş bir genç kadın cesedi vardı. İki adım ötesinde başsız bir çocuk bulunuyordu. "

            Narh, Kapaklı, Karacaali'de kadın, erkek ayrılığı gözetmeksizin, bütün insanlar kurşuna dizilmişlerdi. Bir rapor, Hamidiye Köyü'nde, erkeklerin, kasatura ve baltalarla öldürüldüğünü; çocukların, süngülerle delik deşik edildiği bildiriyor. Muratoba Köyü erkekleri de, dolduruldukları kahvede, yarım saat süre ile makinalı tüfek ateşi altında kalmışlardı: Aynı silahlar, zaman zaman camiden kaçmak isteyen kadınlara da çevriliyordu. Armutlu'ya bağlı Sultaniye Köyü'nde "Yunanlılara itiraz eden ve teslim olmayan. . kadınlar... erkeklerin yanma getirilerek gece yarısı birbirlerinin yanında kurşuna dizilmişlerdi". Elmalı'da kapılar, pencereler ateş altında tutulmuş, câmiye doldurulan erkekler yangınla, câmi kapısına çevrilen dört makinalı tüfeğin ateşleriyle imhâ edilmişlerdi. Öğleye doğru tekrar gelen Yunanlılar kadınlar ve sağ kalan birkaç kişiyi de öldürmüşlerdir. " Bu şekildeki canavarlık Pomak, Gacik, Gökçedere, Delipazar, Kirazlı, Ortaburun, Kocadere-i zîr, Kocadeıe-i bâlâ, Paşaköyü ve Özpınar köylerinde aynen tekrar edilmiştir. "Orhangazi ahalisini de, -orada öldürdükleri hariç- çeşitli işkencelerden sonra, Gemlik'e doğru yola çıkarılıp Değirmenciboğazı'nda imhâ edilmişlerdi. " "Yunan Mezâlimi" adlı kitaptan başka bir cümle iktibas edelim:"Köy halkını tek sıra dizerek câmiye sevk etmişler ve câmi kapısında, her içeri girene rastgele süngü saplamışlar, gaz bulamadıkları için câmii yakamayan haydutlar sonra halkı çıkarıp köy meydanında üzerlerine yaylım ateşi açmışlardır. " Burada söz konusu edilen köy, Çakıllı'dır. Cihanköyü halkının şadravan denilen semtte imhası da, hepsinin çırılçıplak hâle konmasını takip etmiştir.

            Hey'et raporuna, yeniden göz atalım: "Aynı gün" (19 Ekim 1921) "Yeniköy'de gördüğümüz manzara hakikaten, dehşet verici idi. Bu kadar insan başının bir köye nasıl âit olacağına inanamadık. Başlar, yollara âdeta serpilmiş gibi, çiğnememek için aralarından dikkatle geçmeğe çalışıyorduk. " Türk'e Türk eliyle zulmetme hadisesi, yeniden karşımıza çıkıyor: Dontluca'da gözlerini oydukları erkekleri karılarına süngü vermek suretiyle, onların eliyle öldürmüşlerdir. Heyet raporlarının birinde, "şimdiye kadar karşılaşmadığımız değişik işkence şekillerinden biridir" diye vasıflandırılan başka bir vaka var: Bu da, Yunanlılar'ın Yalova'ya bağlı Çınarcık nâhiyesinde, Türkleri ikişer ikişer sıralayıp birine bıçak vererek karşısındakini öldürmeye zorlamalarıdır. Yine aynı köyde "birçok cesetler sürüklenerek İskele Meydanı'nda açılan bir çukura doldurulmuş, bir kısmı da... giriş yollarının kenarındaki hendeklere" atılmıştır.

            Kocadere-i zîr, Kocadere-i bâlâ köylerinde, çok küçük çocuklar da dahil olmak üzere, bütün Müslümanlar'ın çeşitli yollarla imhâ edildiğini öğreniyoruz.

            İzmit'teki muazzam katliam hazırlıklarının haberi, dört gün önce İstanbul'daki "müttefik kuvvetler kumandanlığı"na bildirilmişti. Tahkik heyetinin Gülnihal vapuru ile İzmit'e gelmesi, bu ihtar üzerinedir. Bu şehirde bir günde 7400 insan öldürülür; heyet ancak üç yüz altmışının ismini tesbit edebilir. Kaçanların dışında, üç bin kişinin kurtulması da, Fransız papazı Pierre Panait'in, kilise karşısındaki altı Türk evinden gelen feryatları duyması üzerine, diğer Müslüman mahallelerini, kendilerini bekleyen âkibetten haberdar edip gelenleri, Fransız okuluna alması yüzündendir. Yerli Rumlarla Yunanişlar, bu binayı da "havaya" uçuracaklarmış. "Fransız yüzbaşısı Nicol Jayers, Amerikan kumandanıyla birleşerek okulun etrafını müttefik askerlerle dört kordon hâlinde çevirmiş. Yunanlılar yaklaşmaya cesaret edememişler. "Bu şehirdeki katliam, o dereceyi bulmuş ki, Yunanlılar, rıhtıma yakın bir sokaktan koşarak çıkıp kendilerini denize atan üç dört kişiyi dahi tüfek ateşiyle öldürmüşlerdi."

            Karamürsel yakınındaki Ereğli ahalisi, Yunan zırhlısı Kılış'ın topları önünde dağlara kaçmış; heyet, bu kasaba sokaklarında ancak on üç ceset görebilmişti.

            Şimdi çok korkunç olan iki müşahadeyi nakledeceğim: Birincisi, tahkik heyetinin Narh, Kapaklı, Karacaali incelemelerini tamamladığı sıraya rastlar. "Yunan Mezâlimi" adlı kitapta yazıldığına göre: "Bu köylerde yapılan tetkikler sona erince bitaraf heyet tekrar zırhlıya dönmüş ve 16 Mayıs 1921'de sahil boyunca yavaş yavaş seyrederek yer değiştirmişti. Gemide bulunan İtalyan mümessili dürbünle sahili tarıyor, yamaçlarda, dere aralarında yanan, köyleri gözetliyordu. En yakın köyde tetkikler yapmak için komisyon üyeleri sahile çıktılar. O sırada alevler dolu sokaklar içinden bir insan fırladı. Bu bir çobandı. Heyet, bu adamı çağırarak kendisinden, mâlumat istedi. Dehşetinden gözleri dışarıya fırlamış, yüzü sapsarı olmuş genç adam ilk iş olarak sağ tarafta bir şeyi işaret etti. Dönünce insan başlarından vücuda gelmiş küçük bir tepecik görüldü..."

            Bu kitaptan, Türkleri öldürürken uygulanan usuller, kullanılan vasıtalar hakkında bir liste de çıkarmak mümkündür; ben, birkaçını sayacağım: Süngü ile, balta ile, el bombası ile, yakılmak suretiyle, kazığa vurularak, başı kesilerek, kopartılarak..

            Şimdi Marmara Bölgesi'nde Türklere revâ görülen diğer işkence çeşitlerine göz atabiliriz:

            1.Bunların en hafifi; Türklerin, angarya işlerinde kullanılmasıdır. Ehemmiyetinden dolayı, bir örnek vermekle yetineceğiz: Gemlik civarında, sağ kalan Müslüman erkeklerine bu işkence uygulanmıştır.

            2.Azayı, vücuttan ayırma. Bunların çeşitlerine rastlıyoruz:

            a) Ençok göze çarpan, başın, gövdeden ayrılmasıdır: Orhangazi sokaklarında böyle bir çocuk cesedi bulunur. Tahkik heyeti, girdiği sahil köylerinden birinde, kesilen başlardan meydana gelmiş bir tepecikle karşılaşmıştır. Bu köyle ilgili rapor, yolun sağ tarafında bulunan diğer bir baş yığınını da bildiriyor. Yeniköy'de, vücutlarından koparılmış başlar, yollara, "serpilmişcesine" bir yer kaplıyordu. Çınarcık Köyü'nden Celal Efendi, başı kesilmek suretiyle öldürülmüştü. Eserde, bu başların kesiliş tarzı ile ilgili bilgi verecek işaretler de var: Peşkeş Hacı İsmail Köyü'nde, "altı Türk sokak ortasında bir iple bağlanarak yan yana yatırılmış ve koyun gibi boğazlanmıştı" .

            b)Yunanlılar'ın, Türkler'e revâ gördükleri diğer bir işkence de, onların kollarını, bacaklarını koparmalarıdır: Çakıllı Köyü'nde Durmuş adlı bir çocuğun, kasatura ile kollan kesilir. Yeniköyü kaplayan cesetlerin, çoğunda kol ve bacak kalmamıştır. Çınarcık Köyü'nden İbrahim Çavuş; kol ve bacakları kesildikten sonra öldürülmüştür. İzmit sokaklarında, "bacakları kesilmiş genç kadınlar, kolları koparılmış kızlar, beşik bebekleri karmakarışık hâlde idi. "Uzvu vücuttan ayırma, yalnız kolların koparılmasında kalmaz, parmaklara kadar iner: Kocadere-i bâlâ'da bir Yunan askerinin çantasında kınalı kadın parmaklan bulunmuştur. İzmit sokaklarındaki cesetlerde de parmak kalmamıştır.

            c)Vücudun   muhtelif yerlerinden etler koparmak, vücudu doğramak. Elmalı Köyü Okulu Müdürü İbrahim Efendi; önce dövülmüş, sonra vücudunun muhtelif yerlerine bıçaklar saplanmış, gövdesinden parçalar kesilip Türklerin üzerine atıldıktan sonra da öldürülmüştür. "Kocadere-i zîr köyünde 70 yaşında bir kadının doğranmış parçaları bir yığın haline getirilmiş ve kesik başı bu yığının üstüne konmuştu. "

            d)Rumeli'nde kulak, burun kesme âdeti, İzmit sokaklarını dolduran cesetlere de uygulanmıştır.

            e)Yunanlılar, girdikleri yerlerde, memeleri, cinsiyet organlarını bile kesiyorlardı: Çınarcık Köyü'nde, genç bir kızın memeleri; Küçükaşağı, Büyükaşağı, Bucaklı köylerinde, ağaçlara asılan sekiz kişinin de, -bunlar, öldürülmeden önce- cinsiyet azalan kesilmişti.

            Kesilen, kopartılan azâların çok ve çeşitliliğini anlatmak için Maurice Gehri'nin İzmit'le ilgili raporundaki bir cümleyi iktibas edelim: "Bir çocuğun çamurla oynaması gibi Yunanlılar, bu cesetlerin üzerinde oynamışlardı. "

            3.Bu istilâ sırasında uygulanan işkence çeşitlerinden biri de, vücuda âit bir kısım, kesici veya sivri aletlerle oyulmasıdır: İzmit'te gözler oyulur. Hamidiye Köyü'nde "çocuklar, süngü ile delik deşik edilir". Çınarcık Köyü'nden Nerime'nin vücudu süngü ile oyulmuş, masum yavru; bundan sonra öldürülmüştür. Yeniköy'deki kadın cesetlerinde de, vücudun cinsiyetle ilgili kısmının oyulmuş olduğu görülmüştür. Yunanlılar, bu arzularını tatmin için, işi, ölüyü mezardan çıkartmaya kadar götürmüşlerdir. Rodosta köyünde, yeni gömülmüş bir çocuğu, süngüye takmak için mezarından çıkarırlar.

            4.Vücudun oyuk, kesik, açık yerlerini veya kendi elleriyle oyulmuş kısımlarını, başka bir madde ile kapayıp tıkamak da diğer bir işkence usulüdür: Orhangazi sokaklarında ağzına el bombası sokulmuş bir ceset bulunur, Yeniköy'de bir genç kızın memeleri oyularak yerlerine tahta parçalan sokulmuştur. Kocadere-i bâlâ'da, -süngülenenleri hariç- "çocuklar kucaklarında bulundukları annelerinin bıçakla karınları yarılarak içine gömülmüş... vaziyette bulunurlar".

            5.Parçalama ve doğrama. Sultaniye Köyü'nden Hesene, ölmek üzere bulunan yaralı kocasına su verdiği için parça parça edilmiştir. Adapazarı'na bağlı Karakiraz Köyü'nde Bayram Ali aynı şekilde öldürülür. Doğramada kullanılan vasıta, özellikle baltadır: Çınarcık'tan Arnavut Mehmet Çavuş'un ailesini eden dokuz kişi; Kocadere-i bâlâ'dan İsmail Reis, Hüseyin karısı Ayşe, Yörük Hüseyin; Büyükhatipli Köyü'nün bütün erkekleri bu tarzda imhâ edilirler.

            6.Başka bir işkence yolu da, başın, taşla ezilmesidir: Kocadere-i bâlâ'dan Arnavut Hüseyin, Rodosto Köyü'nün imamı bu usulle öldürülmüştür.

            7.Ağaca veya tavana asarak öldürme İzmit'te Muhtarzâde Emin, "kızının götürülmesine mani olmak istediği için evinin önünde ağaca" asılmıştı. Küçükaşağı. Büyükaşağı, Bucaklı köylerinde Hüseyin, İbrahimali, Atlamacı İbrahim, Hasan Çavuş, Recep, İsmail adlı kimseler ağaçlara asılırlar, üzerleri soyulduktan sonra, en hafifi kırbaçlamak olmak üzere. türlü işkencelerle öldürülürler. Tekkeler Köyü'nden on beş genç kız, ayaklarından ağaçlara asılmışlar, uzun işkencelerden sonra öldürülmüşlerdir. Kantarcılar köyünde, ağaç, yerini tavanla değiştirir: Bu köyde, altı evin kadınları, ayaklarından tavana asılmışlar: "yalnız dizlerinin aşağısı" kalmak suretiyle, vücutlarının diğer kısımları "lime lime" edilmiştir.

            8.Kazığa vurma. Yunanlılar, Marmara Bölgesi Müslümanları'na bunu da revâ gördüler: Çınarcık Köyü yolu üzerinde, bir ailenin dört ferdi kazığa vurulmuş şekilde bulunmuşlardır. Köyün içinde Celâl Efendi'niıı dört yaşındaki torunu Nigâr, Nigâr'ın ablası Faika, -bunların adı kitapta geçmeyen- diğer ablaları aynı akibete uğramışlardır.

            9.Katmerli işkenceler. Bayramiç'ten üç saat uzakta bulunan Tepeler Köyü'nde, İsmail ile karısına dört işkence birlikte uygulanır: Yunan askerleri tarafından ölüm derecesinde dövülen bu karı-koca kumandana müracaat ederler; o da önce dillerini kestirir, sonra kazma ile kendi mezarlarını kendilerine kazdırır, nihayet bu zavallıları diri diri gömdürerek üzerlerine büyük taşlar yığdırır.

            "Yunan Mezâlimi"nin Marmara Bölgesi'ndeki en korkunç tezahürü, cinsiyetle ilgilidir.

            Girdikleri yerde ırza tecavüz, bahse bile değmez, ehemmiyetsiz bir hâdise hâlini almıştır: Cihanköyü, Dontluca ve Reşadiye'den Gemlik'e sevk edilen kafiledeki kadınlar, yaylım âteşine tutulmadan önce, bu muameleye uğramışlardır. Kitapta, Dontluca'dan bahsedilirken: "Yapılan cinsî sapıklıklar sonsuzdur" deniyor. Adapazan'na bağlı Berşika, Cebecioğlu, Erenler, Şeyhler Köyü, Peşkeş Hacı İsmail Köyü gibi yerlerde cinsî tecavüzler ziyâdedir. İmranlar Köyü'nde ırzlarına tecavüz maksadıyla toplanan kadınlardan karşı koyanlar, doğranırlar. "Kantarcılar Köyü'nden Çakırlı Hüseyin'in karısını, kızlarını, baldızını dağa kaldırıp şenî emellerine âlet ettikten sonra, çırılçıplak ve kanlar içinde gece yarısı köye yollarlar." Aynı köyün diğer kızları yirmişer Yunanlı tarafından kirletildikten sonra başlan kesilmek suretiyle öldürülür. Çubuklu'da camiye doldurularak malûm muameleye tâbi tutulmuşlardır. Hamidiye köyünün kızları kirletilir. Bilinmeyen yerlere kaçırılan kadınlar arasında, Adapazarlı kızlarından da bahsedilmiştir.

            Yunanlılar;, hakaret derecesini artırmak için, bu işi erkekler karşısında yapmayı tercih ediyorlardı: Narlı, Kapaklı ve Karacaali'de kadınlar, 200 Yunan askeri tarafından çevrilip kocalarının karşısında tecavüze uğrarlar. Kocadere-i bâlâ'dan büyük bir sal içinde İstanbul'a kaçmakta olan 230 kişilik bir Türk kafilesi, Yunan askerleri tarafından yakalanıp sahile çıkarıldıktan sonra; bunların imhalarıyla son bulan çeşitli işkencelerden biri de, erkeklerin gözleri önünde, genç kız ve kadınlara tecavüz edilmesidir. Yalova'daki Yunanlılar, Kelek, Zindanköy, Uzunpınar, Müselim, Çalcıköy, Delipazarı, Salucak, Dağıstanî, Reşadiye, Kirazlı, Yurtan köylerine ikinci saldırışlarında, bu yerlerde ne kadar genç kız varsa hepsini Çalcıköyü'ne toplanmışlar; "evlerden getirilen yataklar ağaçların altına serdirilmiş ve erkekler de toplu hâlde oraya getirilerek kurşun tehdidi altında yapılan âlemleri seyre mecbur tutulmuşlardır".

            Bu tecavüzlere, yalnız genç kadın ve kızlar alet edilmiyordu: Bazan cinsî sapıklık bazen hakaretin derecesini yükseltme arzusu, onları küçük kız çocuklarıyla ihtiyar kadınlara da yöneliyordu: Kocadere-i bâlâ köyünde Muhacir Abdullah'ın  sekiz yaşındaki kızı Nermin, ırzına tecavüz edildikten sonra öldürülmüştü. Tahkik heyeti, Orhangazi'de gübre yığınları üstünde, ırzına tecavüz edilmiş, güçlükle konuşulabilen bir kız çocuğuna rastlar. Gemlik'e bağlı' Pazar Köyü'nden, yaşı 60'ı bulan Nuriye Hanım, kocasının gözü önünde altı Yunanlı askerin tecavüzüne uğrar (Sonra da bu koca, karısının gözü önünde kıtır kıtır kesilmiştir). Orhangazi'de 70 yaşındaki Sebile Hanım da, bu hakarete maruz kaldıktan sonra öldürülmüştür. Aynı kasabanın sokaklarında cesedine rastlanan 60 yaşındaki Huriye Hanım da, bu muameleden kurtulamamıştır.

            Kadınları soyup sokaklarda çıplak dolaştırmak, basit bir eğlencedir: Şahinburgaz köyünde Esma'nın başına bu da gelir; ettiklerine gülmeyenler de süngü ve kasatura ile yaralanırlar.

            Daha iğrenç bir şey ister misiniz? Çınarcık köyünde "Yunanlılar erkek evlatlarına annelerini peşkeş çekmek istemişler, fakat ölüm pahasına bu işi yapmayan delikanlılar süngülerle öldürülmüşlerdir".

            Memeleri kesilen kadın ve kızların, cinsiyet organları kesilen erkeklerin hesabı yoktur: Çınarcık Köyü'nde genç kızların memeleri kesilmiş, ateşte pişirilmiştir. Kocadere-i bâlâdan Muhacir Abdullah'ın kızı Hasibe; hem memelerini hem başını kaybeder. Başka bir vesile ile de söyledik: Yeniköy'de on üç yaşındaki bir kızın memeleri oyulup yerlerine tahta parçaları sokulmuştur.

            Erkeklerin edep yerlerini kesmekle kalmamışlardı; kadın cesetlerini de bunlarla tahkir ediyorlardı: Nitekim Yeniköy sokaklarından birinde, "70 yaşındaki bir kadın cesedi üzerinde, erkek organları bulunmuştu". Esasen bu köy sokaklarında dağılan cesetlerin hemen hepsinin cinsiyet âzâları kesilmiş veya oyulmuştu. Çınarcık köyünden Mehmed, edep yerlerinden mahrum edilir. Kocadere-i bâlâ'dan Muhacir Abdullah, bir yandan edep yerleri kesilmek, diğer yandan süngü ile karnı deşilmek suretiyle öldürülür. Kiiçükaşağı, Bıiyükaşağı, Bucaklı köylerinde ağaçlara asılan Hüseyin, Ali, Aşlamacı İbrahim, Hasan Çavuş, Recep, İsmail adlı şahısların karşılaştığı muamele, korkunçluğu nisbetinde de iğrençti): Bunların malûm azalan kesilir; karılarının gözleri önünde, " birbirlerine" çiğnetilir.

            İzmit'te genç kadın ve kızların gece vakti evlerinden çıkarılış tarzlarını, doldurduktan hamamlarda başlarına gelen hadiseleri, bu hamamlardan çıkarken ne hallere girmiş olduklarını yazmıyorum.
İsterdik ki bir teki kalmamacasına bütün Türkler imhâ edilsin

            Yalnız Yalova'da bulunan Yunan subayı Papa Grigor'un öldürdüğü Türk sayısının 6500'e yükseldiğini bildirirsem, güdülen niyetin ne olduğu anlaşılır. Mâmafıh İznik'te başpiskopos Vasilyus, Ortodoks kilisesini ziyâret eden Maurice Gehri'ye bunu, açık olarak ifâde etmiştir. Gehri bu din adamının: "Yunan ordusu, tedip hareketinde çok mutedil davrandı. Ben ki asker değil bir din adamıyım. İsterdik ki bir teki kalmamacasına bütün Türkler imhâ edilsin" dediğini yazıyor.

            Marmara Bölgesi'ndeki "Yunan Mezâlimi"nin derecesini anlamak için, Milletlerarası Kızılhaç teşkilatı temsilcisi olan M. Gehri'nin şu cümlesini okumak yeter: "Bir insanın veya bir milletin bu kadar vahşi olabileceğine inanmak güçtür. İzmit sokaklarını gördükçe buraya insandan başka bir felâketin geldiğini zannediyorum. "Bu ve benzeri felâketlere âit teferruat, "Sebil Yayınlan" arasında yer alan kitapta rapor, fotoğraf nevinden çeşitli vesikalarıyla ortaya dökülmüştür.

            Bu yurdun şâirleri, çeşitli eğilimlerle gözünü Vietnam gibi uzak ülkelere çevirebilir. Devlet, çok ince olan diplomatik düşüncelerle, bu konuları dile almaktan çekinebilir. Bunlardan korkmamak lâzımdır. Asıl korkulacak şey, büyük halk kalababalığının işi unutmasıdır.


Yeni İstanbul Gazetesi-1966
Kaya Bilgegil, Kaya Bilgegil’in Makaleleri, Haz.Zöhre Bilgegi, Ankara, 1997, s.130-155

Ayrıca Yunan Mezalimi ile ilgili şu kaynaklara bakılabilir:

Prof.Dr.Mustafa Turan, Yunan Mezalimi (İzmir, Aydın, Manisa, Denizli–1919–1923), Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 1999.

Prof.Dr.Zafer Çakmak, İzmir ve Çevresinde Yunan İşgali ve Rum Mezalimi, Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2007.
Türkiye’de Yunan Fecâyiî, (Yayına Hazırlayanlar: Mustafa Turan, Süleyman Özbek, Zahit Yıldırım), Berikan Yayınevi, Ankara 2003.

Arşiv Belgelerine Göre Balkanlarda ve Anadolu’da Yunan Mezalimi,Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, Heyet, Ankara, 1995.
Balkanlarda Yunan ve Bulgarların Balkan Savaşları sırasında oradaki Türklere yapmış olduğu zulümleri bir hikaye formatında okumak isterseniz, Ömer Seyfettin’in Beyaz Lale adlı hikayesini okumanızı tavsiye ederim. Orada da  kan donduran olayları okurken büyük bir hüzün kaplayacaktır içinizi.








15 TEMMUZ DÜŞÜNCELERİ





15 TEMMUZ DÜŞÜNCELERİ

                15 Temmuz’da darbeden de öte bir “olay” yaşadık; darbe olarak tam olarak adlandırılamaz. Eksik kalır darbe tanımı. Bütün göstergelerin iyi seyrettiği, büyüme oranlarında ABD ve AB’ye bakıldığında mukayese edilemeyecek derecede iyi olduğu, hak ve özgürlüklerin adeta “sınırsızca” kullanıldığı bir dönemdeydi Türkiye. Bütün bunlara rağmen problemlerden azade bir ülke miydi Türkiye? Kimse bunu iddia etmiyor. Problemsiz  bir ülke gösterilebilir mi şu dünyada? Yeryüzü problemsiz değil; çünkü cennet değil dünya. Ama darbe yapılabilecek “haklı” ve “ somut” bir gerekçe de yoktu ortada. Yani darbenin haklı olabileceğini söylemiyorum kuşkusuz. Ama buna rağmen araştırıldığında darbe yapmayı gerektirecek bir unsur da yoktu ortada. Türkiye kötüye mi gidiyordu? Bırak buna halk karar versin. Dış politikada yanlış kararlar mı alınıyordu? Bunun kararını demokrasiye sahip çıkan millet alsın. Hak ve özgürlüklerde bir gerileme mi söz konusu? Hak ve özgürlükleri bizatihi yaşayan millete bunu soralım. Ben demokrasiyi, milletin tercihlerini, hak ve özgürlükleri neyse o, onları takmıyorum, ben kendi fikrimin, değerlendirmelerimin doğru olduğuna inanıyor ve bunu milletin de kabul etmesini istiyorum, ”ben haklıyım” diyerek silahlı bir şekilde toplumun tercihlerine ipotek koyuyorsan, orada “dur” bakalım. Millet de zaten bu anlayışa dur dedi.

DARBE ENDİŞESİ

                Bu millet hep darbe korkusu ile yaşamak zorunda mı? Darbelere son diyemeyecek miyiz? Darbe kabusları ne zaman sona erecek? Ne yapmalı, ne etmeli ki bu sorunlardan uzak, kafamız salim yaşayalım? FETÖ’den önce BTÖ (Bölücü terör örgütü PKK) vardı? FETÖ’den sonra da bir başka derin yapı, örgüt yine olacak. Coğrafyamız zorlu bir coğrafya, Anadolu coğrafyası…Bizi yalnız, kendi başımıza bırakmayacaklar, bizi emirlerine amade bir biçime sokmak, emir alabilir halde bırakmak için ellerinden gelen her şeyi yapacaklar. Hangi  siyasi bir kararı alsak, birilerinin ayaklarına basıyoruz, birilerinin çıkarlarına dokunuyoruz. Kendi başımıza siyaset yapabilecek, kararlar alabilecek halde olmamız istenmiyor. Hangi masum, hangi normal bir karar alsak birilerinin dikkatini çekiyor. Birileri derken üst akıl dediğimiz emperyalizmin, kapitalizmin  dünyada hakim olmasına çalışan bir akıldan bahsediyorum.
                Durup dururken, bütün göstergeler iyiyken, Türkiye’de dünyada gelişmesini diğer Batılı ülkelere göre çok daha iyi bir konumdayken, uykuda basıp şafakta asmaya çalışıyorlar. Gezi operasyonu,  MİT operasyonu, MİT tırları, 17/25 Aralık operasyonları, parti kapatma davaları, muhtıralar, 28 Şubatlar, 15 Temmuzlar bitecek gibi görünmüyor. Rahatsız edilmeye, huzursuz edilmeye devam edilecek bu millet  anlaşılan. Yapılabilecek şeyler düşünülüyor hemen.

BİR DARBE NASIL OLUR?

                Günümüz gençliği “şanslı” sayılabilir! Canlı canlı bir darbeye tanıklık etti. 28 Şubat postmodern darbesi bugün liselerde okuyan gençlik için bir tarih. Annesinden babasından duyduklarını biliyor; yaşamadılar onu. Gençliğin darbeler ile tanıklıkları yok; şanssızdılar 15 Temmuz’a kadar. Tanklı, ağır silahlı, uçaklı, bombalı bir darbenin ne olduğunu bilmiyorlardı. Şimdi biliyorlar! Biz de bu kadarına, böylesine tanıklık etmemiştik doğrusu. Bu darbe girişimi, bütün kanallarda canlı kanlı bir şekilde naklen yayımlandı, akıllı cep telefonlarına kaydedildi. ”Darbe” nedir, amacı nedir, günlük hayatta askeri çağırabilecek ne gibi olumsuzluklar olmamasına rağmen niye asker kılıklı FETÖ  teröristleri niçin ülkeye el koymaya “milli irade”yi sindirmeye niçin niyetlendi? Demokrasi Batının  bir oyunu muydu yoksa? Milli irade diye bir şey yok muydu, kendimizi mi avutuyorduk? Milli irade, yoksa arada sırada Batının menfaatleri doğrultusunda  yok sayılabilir miydi? Sandıklarda “oy” dediğimiz şey önemsiz bir şey miydi?

                15 Temmuz, milli irade denen şeyin ne olduğunu günümüz gençliğine acı da olsa öğretti. ”Oy”una sahip çıkmanın ne demek olduğunu, milli iradenin boş bir şey olmadığını gösterdi. Demokrasinin bir oyun ol(a)mayacağını, ”göbeğini kaşıyan adam”, ”bidon kafalı”, benim oyum köylüyle aynı olabilir mi diyen adamlara çok güzel bir şekilde anlattı. Darbelerin öyle kolay yapılamayacağını, cesetlerin çiğnenmeden bunun gerçekleştirilemeyeceğini elitistlere, Batıcılara, Natoculara, resmi ideoloji çığırtkanı darbecilere, yabancılaşanlara, zombi ve mankurt olanlara gösterdi. Darbenin ne demek olduğunu bilmeyen nesillerden, darbeyi önleyen nesillere…Büyük bir gelişim ve değişim…Bunu, kendisine bidon kafalı diyenlere öğreten bir nesil bu. Esas bidon kafalıların kim olduğunu gösteren bir nesil…

                Bu nesil de darbeyi gördü! Demek ki darbede tanklar sokaklara, caddelere iniyor, uçaklar on metreden “alçak” uçuş yapıyor, Millet Meclisi, Cumhurbaşkanlığı, özel harekat polisleri, emniyet binaları bombalanıyor, köprüler tanklarla tutuluyor, askerler silahsız insanların üstüne atış talimi yapıyor, vatandaşlar gebertilecek “it”ler olarak görülüyor.

                28 Şubat sürecinde Ankara’da Sincan’da tankların yürütüldüğünü gördük. Hatta görüntülü medyanın daha iyi resim alabilmesi için tankların tekrar yürütüldüğüne de şahit olduk. Ateş edilmedi ama bir iktidar değiştirildi. Onun için Postmodern darbe dendi 28 Şubat’a. Orada anladık ki, darbe tanklarla yapılıyormuş. Orada uçaklar kullanılmamıştı, bombalar atılmamıştı, Meclis, Cumhurbaşkanlığı, güvenliği sağlayan polislere bomba atılmamıştı, ama niyet gerçekleşmişti. 15 Temmuz’da bunların hepsini gördük; hunharca, gaddarca, alçakça…Bundan sonra eğer caddelerde, şehrin ortasında tank görürsek, bilin ki darbe oluyordur, şehrin göbeğinde uçaklar kulak zarlarını patlatırcasına “alçak”tan uçuyorsa anlayın ki darbe yapılıyordur; köprüler tanklarla kesilmişse  darbenin içindeyiz demektir. O zaman ne yapılması gerekiyorsa yapılmalıdır. Demokraside normal hayatta tankların yeri yoktur. Caddelerde tanklarla arabaları, insanları ezen bir görüntü olamaz. Oluyorsa darbe yapılmaya demektir.

                Bazıları darbe olduğuna inanamadı; inanamadık. Bunu yaparlar mı, yapabilirler mi dedik. Gözlerimizle gördüğümüz halde inanmakta zorluk çektik. Boğaziçi Köprüsü’nün bir tarafı kapandığını haber olarak aldığımızda, aklımıza hemen darbe gelmedi. Ama iş daha sonra hemen anlaşıldı. Darbelerin nasıl gerçekleştiğini, darbelerde nelerin yapılacağını gözlerimizle gördük, yaşadık. Demek ki darbe böyle bir şeymiş. Bu bakımdan darbe denen alçaklığı yakinen öğrendik. Bundan sonra daha hazırlıklı olacağız herhalde.

DARBEYİ ÖNLEDİK Mİ?

                Gerçekten inanılacak gibi değil. Bir darbeyi millet olarak önledik. Rüyada gibiyim. Yaşadıklarımız bir film değil, bizatihi yaşadığımız bir gerçeklik. Bunun önlendiğini Batı da Amerika da kabullenemedi. O kadar güveniyorlardı ki, bu darbenin başarısız bir darbe olacağını akıllarına bile getirmemişlerdi. Onlar da bizim gibi bir rüya alemindeler. Ama onlarınki başka bir rüya! Nasıl olur da başarısız olduk hesabı onlarınki, oysa her şeyden emindiler. 17-25 Aralık yargı-polis darbesinde Amerikan büyükelçisinin ( Ricardione) dediği gibi “Bir imparatorluğun çöküşüne tanık oluyorsunuz. ”Türkiye’nin çöküşünü bekliyorlardı 15 Temmuz’da. Belki de tarihten silinmesini. Çok şükür ki kaderin üstünde bir kader, oyunların üstünde bir oyun vardı. Bu oyuna Allah, millet eliyle izin vermedi. Şehitlerimiz birlik ve beraberliğimizi bereketlendirdi. Onların bereketiyle oyun bozuldu.

MİLLİ BİRLİK VE BERABERLİK

                Çok söz edilen, kalıplaşmış sözlerden “milli birlik ve beraberlik”Bunu ağzımız alışmış bir vaziyette şimdiye kadar çok söyledik. Altı doldurulmamış, soyut bir kelimeler kalıbı olarak ezberlerimizdeydi. Bu 15 Temmuz  gecesi değişti, ete kemiğe büründü, bir gerçeklik olarak karşımıza çıktı. ”Asım nesli” namusunu çiğnetmedi çiğnetmeyecek düşüncesi gerçekleşti.

Mehmet Akif’in,  

Girmeden tefrika bir millete,  düşman giremez;  
Toplu vurdukça yürekler,  onu top sindiremez. ”

mısralarında olduğu gibi yüreklerimizi toplu atar hale getirmemiz gerekiyor. Bunu 15 Temmuz’da millet olarak ispatladık. 7 Ağustos’ta da Yenikapı mitinginde taçlandırdık.

15 TEMMUZ’DA MİLLET OLDUK!

                Bir liderin peşinde darbelere nasıl karşı geleceğini öğretmiş şehid ve gazi bir millet var karşımızda. ”Eli öpülesi” bir millet. 15 Temmuz gecesi biz MİLLET OLDUK. Milletin ne demek olduğunu, millete küçümseyici, kinci bakışlarla bakan mankurtlara, milletine yabancılaşanlara kanımız pahasına öğrettik. MİLLET olunabiliyormuş demek ki…

                Millet olduğumuzu, Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde bu milletin ferasetiyle, cesaretiyle, göğsünü alçaklara siper etmesiyle gösterdik. Mehmet Akif’in İstiklal Marşı’nda  “Siper et göğsünü, dursun bu hayasızca akın! ” dediği gibi, bu hayasız akınları bu millet imanlı göğsünde söndürdü. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın dediği gibi, ”Çılgın Türkler” değil, ”İmanlı Çılgın Türkler! ”Bunu sadece çılgınlıkla izah edebilmek mümkün değil. Türkleri imandan soyutlamak da ne kadar gayret edilirse edilsin mümkün değil. O gece atılan sloganlara bakıldığında, ”Ya Allah, bismillah Allahu Ekber” sözlerinin çokça tekrar edildiğini görüyoruz. Şehadete koşanların yakınlarından ve gazi olanlardan öğrendiğimize göre, şehadet şerbetini içmek için caddelere, sokaklara çıkıldığını, yakınlarından helallik alındığını anlıyoruz. Salalar, ezanlar bu işin maneviyat yönünü, İslami yönünü çok açık bir şekilde herkese duyuruyor.

                Bu milletin mayası sağlam; mayası İSLAM. Bunu herkes çok açık görüyor; kimse inkar edemez. ”Allahu Ekber! ” ifadesinden  korkan, bu milletin içinde yaşayan zombi/ mankurt olmuş hain ve alçaklara yapacak bir şeyimiz yok. Onlar kendi çukurlarında debelenip duracaklar; onlar millet olmanın ne emek olduğuna hep yabancı kalacaklar. Onlar bu millete “göbeğini kaşıyan adam”, ”bidon kafalı” gibi hakaretvari şeyler söylemeye devam edecekler. Namazlarını kılacakları kimseleri de yanlarında bulamayacaklar. Bu millet onlara haklarını da helal etmeyeceklerdir.

15 TEMMUZ ŞEHİDLERİ

                Artık yakın tarihte çocuklarımıza anlatabileceğimiz, onların da şahit oldukları, birebir yaşadıkları, ”kanlı-canlı” bir “tarih” var. Çanakkale şehidlerini hep duyduk, okuduk, filmlerini izledik. Bu savaşın ne kadar önemli olduğunu, bir ölüm-kalım mücadelesi olduğunu, ne kadar fedakarlıklarla kazanıldığını okuduk, duyduk. Bugünkü nesiller için “uzak” bir tarihti. Tarih olması hasebiyle bugünkü nesillerimiz için etkileyiciliği belli bir oranda takılıp kalıyordu. Çanakkale’ye gidenlere, oradaki görevliler bütün samimiyetleriyle Çanakkale savaşını ve zaferini aktarmaya çalışsalar da sonuçta bizim “yaşamadığımız”, ”hissetmediğimiz” bir durumdu, ”tarih”ti. Okunup geçilebilecek, sonra unutmaya yüz tutacak bir “zafer. ”Akılı cep telefonlarla, bilgisayarlarla, oyun konsollarıyla büyümüş bir nesil için bir tarihti sadece o kadar!

                Şimdi  ise bizatihi günümüz  gençliğinin, insanının şahit ve şehid olduğu, içinde bulunduğu, bizatihi günümüz insanın yazdığı bir tarih vardı ortada: 15 Temmuz. Günümüz insanının yaşadığı, yazdığı, öldüğü, gazi olduğu bir zafer! Genciyle, yaşlısıyla, erkeğiyle kadınıyla, çoluğuyla çocuğuyla…Cep telefonlarıyla, kameralarla, güvenlik kameralarıyla adeta her anının kayda alındığı bir tarih ve zafer…Ölürken, gazi olurken kendi cep telefonlarıyla bu anlara şahitlik edildi. Ölüme, ölümlere tanıklık edildi. ”Sanal” bir savaş değildi bu, ”gerçek” bir savaş…Kimsenin inkar edemeyeceği bir savaş…Çanakkale, günümüz nesilleri için “uzak” bir tarih, okunulan bir tarih idi, 15 Temmuz ise yaşanılan, içinde olunan bir tarih; sanal değil, kanlı-canlı yaşanan, tanıklık edilen bir tarih…Günümüz insanın torunlarına, çocuklarına anlatabilecekleri, içinde yaşadıkları bir tarih…

                Çanakkale bir ölüm kalım mücadelesiydi. Bütün bir küfür cephesi karşımızdaydı. Onbinlerce insanımızı kaybettik orada. Okuyan, geleceğin yönetiminde söz sahibi olabilecek bir nesil kıyıma uğradı, uğratıldı. Çanakkale geçilseydi, neler olabileceğini çok iyi idrak etmişti milletimiz. Onun için seve seve canlarını verdiler. Önlerinde birçok arkadaşının öldüğünü görerek, birkaç dakika sonra kendisinin de öleceğinin idrakinde olarak ölüme gitmişlerdi. 15 Temmuz’da da böyle oldu. Arkadaşının, yakınının, tanıdığının öldüğünü, yaralandığını görerek gerisin geriye gitmediler. Ya şehidlik, ya gazilik…Caddelere, sokaklara dağılan insanların tanıklıklarında bunu görüyoruz.

                Bu nasıl bir şeydir böyle? Bile bile ölüme gitmek, yanındakinin öldüğünü görerek geriye dönmemek, ölümden korkmamak…Bunun müthiş bir duygu olduğunu kabul etmek gerek. Peki bu duyguyu veren nedir böyle? Ölümü öldüren, ölüme “meydan okuyan” bu duyguyu anlayabilmek için bir “imanlı bir yürek” sahibi olmak gerek. Bu duyguyu veren imanı hesaba katmadan bunu anlayabilmek zor. Tek başına “vatan” demek açıklayıcı bir şey değildir. Herkesin bir vatanı var, ama herkes vatanı için bu fekakârlığa katlanıyor değildir. Hele vatansızların (FETÖ’cülerin özellikle) bu duyguyu anlamalarını beklemiyorum. Türkiye, sadece gidecekleri toprak parçalarından biri onlar için. Türkiye olmazsa, başka bir ülke olur.

                Vatan, bayrak kelimeleri önemli. Vatan denir ya, kuru bir toprak parçası değil. Bayrağımız da sadece bir bez parçası değil. Hilal, İslam’ın bir remzi, sembolü…Hilal, ebced hesabıyla Allah kelimesindeki harflerle aynı oranda; yani hilal kelimesindeki harflerin yerini değiştirdiğinizde Allah kelimesini bulabiliyorsunuz. Allah ve hilal kelimelerindeki sayısal oran eşit. Onun için bayrağın yere düşürülmesi, İslamın yere düşürülmesi ile aynı görülür. Milletimizin atmış olduğu sloganlara bakıldığı zaman, ”Ya Allah, bismillahi Allahu Ekber” ifadelerinin çokça kullanıldığını, şehadete bu sözlerle gidildiğini görürüz. Bu, Çanakkale Ruhu’yla aynı ruhtur; bizi kurtaran da bu ruhtur. Allah bizi bu ruhtan ayırmasın; ayırdığı zaman zaten Türk milleti diye bir şey de kalmamış demektir.

                “Vatan sevgisi imandandır. ”Bu imanı biz, 15 Temmuz’da gördük,  çok şükür. Bu imanı kaybetmemişiz. Şükredilesi bir durum. Caddelere, sokaklara insanları akıttıran bu imanı küfür cephesi pek hesaba katmadı anlaşılan. Küfür cephesiyle aynı düşünce kalıbına sahip imansız bir FETÖ profesörü ne demişti:  “Ben siyaset profesörüyüm. Televizyon ekranlarından bir ilan edin, sokağa çıkma yasağı var diye, bakın kimse sokağa çıkıyor mu? Hocaların evleri cami avlusundadır, darbe oldu diye avludan camiye bile gitmeye korkarlar. Bunlar kuru kalabalıklar. ”FETÖcü siyaset bilimci demek ki böyle oluyor. Bunlar kendi halkını tanıyamamış, kendilerine biat etmedikleri için halkını düşman gören sapıklar…”Bilim adamı” da savcısı da hakimi de, polisi de sapık bunların…Allah ellerine düşürmesin…Ellerine düştüğün zaman, yapmayacakları işkence, alçaklık, hainlik yok bunların. Asker kılığına girmiş teröristlerin silahsız halkı öldürmeleri için verdikleri emir nasıldı: ”Gebertin, gebertin it sürülerini. ”Marmaris’te Cumhurbaşkanının koruma polislerine yapmadıkları işkence kalmamış. Niye FETÖ’ye iman etmediniz diye ellerine geçirdikleri kendilerine karşı çıkan insanlara, çin işkencelerini aratacak işkencelerde bulunacakları artık gizli değil. Bunlar, aslında kinlerini iman haline getirmiş imansızlar. FETÖ'ye iman etmeyen insanlar, gözlerinde en büyük imansızlardır. Bu imansızların, Allah’a iman etmemelerinin yanında vatan sevgilerinin olmamasını çok görmemek gerek. Vatan sevgisi ne ki? Vatan, bütün dünya; Türkiye olmazsa, başka yerler vatandır onlar için. Özellikle bazı “İslamcı sapık”lar için anavatan Amerika’dır, Pensilvanya’dır. Bu, bir zamanlar, bizim değer verdiğimiz, "abi" dediğimiz bir “İslamcı sapık. ”Bunlar, vatanlarına bu kadar bağlı yaratıklar yani. Vatan kavramını kafalarında oturtamamış “uzaylı” yaratıklar bunlar…Bunlarda vatan sevgisi olmadığı için imansız olduklarını rahatlıkla söyleyebiliyoruz. İman sahibi olsalardı, bu vatanın nasıl vatan yapıldığını, milyonlarca insanın bu toprakları vatan kılabilmek için kanlarını seve seve döktükleri gerçeğini ıskalamazlardı. Bu kadar vatan gerçeğinden uzaklar ve bu kadar millet gerçeğine yabancılar…Bu millet içinde bir “uzaylı” gibi yaşıyorlar ve bir uzaylı gibi yalnızlar. Yalnız olarak geberip gidecekler ne yazık ki…İmansız, vatansız olarak “gübre” olup gidecekler.

                DARBELERE HAYIR!

                Ne olursa olsun darbelere karşı çıkmak, çıkabilmek önemli. Millet olarak darbelerle neler kaybedebileceğimizi 15 Temmuz gecesi bu millet, liderinin önderliğinde bütün dünyaya gösterdi. Ne sivil ne askeri, ne kurumsal olarak darbeleri söylemek değil,  aklımızdan bile geçirmemek, ”darbe” sözcüğünü dile getirenleri tükrüğümüzle boğmak gerekiyor millet olarak. Milli iradesine sahip çıkan bir millet var artık Türkiye’de. Milletimizin bu aşamaya gelmesi çok önemli. Demokrasiyi içselleştirdiğini, milli iradesine sahip çıktığını gösteriyor bu . Bu demokrasimiz açısından büyük bir gelişmişliği gösteriyor. Bu gelişmişlik, Batı ülkelerinde bile yok. Ancak Batı’nın anlayışında bu önemli değil. Çünkü darbesever bir batıl(ı) bir dünya var karşımızda. Mısır’daki darbeye darbe diyemedi sözgelimi. Batının İslam dünyasına, Türkiye’ye ikircikli yanını hep biliyoruz zaten, bunu milletimiz de çok iyi anladı. Ama biz Türk milleti olarak Batı’ya karşı sağlam ve dik durabilirsek, tefrikayı, ayrılığı bırakabilirsek Batı’nın bu oyunları da tutmayacaktır. Nitekim tutmadı da. Ancak bizim bu kararlılığımızı millet olarak göstermemiz gerekiyor.

                Darbeler karşısında dik durmak, milli iradeye sahip çıkmak, bu coğrafyada yaşayan insanlar olarak taviz vermememiz gerek.

DARBELERE KARŞI NASIL HAREKET ETMELİ?

                Darbelere karşı bu millet nasıl hareket etmesi gerektiğini, içimizdeki yabancılaşanlara, batıcılara öğrettiği gibi bütün dünyaya da göstermiştir. Bu, bu millet için büyük bir deneyimdir. Menderes’i ve bakanlarını astıklarında bu millet bir şey yapamadı; bunun ezikliğini, mahcubiyetini hep içten içe yaşadı. Özal, şaibeli bir şekilde öl(dürül)düğünde elinden bir şey gelmedi. Recep Tayyip Erdoğan’ı kurtlara, alçaklara teslim etmek istemedi. Ve bir sözüyle millet, bütün caddeleri doldurdu. Tabii burada Recep Tayyip Erdoğan, milletin kaderiyle kaderini birleştirmiş bir semboldür, figürdür. Erdoğan, bir milletin kaderi haline gelmiş; bunu bu millet çok iyi gördü.

                Erdoğan, bu milletin değerlerini, inançlarını, geleceğini, birliğini, beraberliğini, bağımsızlığını temsil eden bir anlayışı/zihniyeti temsil ediyor. ”Uzun adam” olmasından dolayı peşinden gitmedi, gitmiyor bu millet. ”Uzun adam” bir sembol; o sembolde millet kendisini gördü ve o sembolün peşinden gitti. Onun için “Dik dur eğilme, bu millet seninle” dedi halk her daim. Dik durmasaydı, bu millet onun arkasından gider miydi? Şimdiye kadar dik durmayan, tankları görünce kaçan, millette bir karşılığı olmayan siyasetçilerden çok çekti bu millet. Onun için ikide bir meydanlara Erdoğan’a karşı bu “dik durmak” ile ilgili sloganlar çokça tekrar edildi. O da, ”Biz ancak rükuda eğiliriz” cevabını verdi her zaman. Dik duramayan siyasetçilerden nefret etti bu millet. Uzun adam’ın peşinden bu yüzden gitti millet; yoksa boyunun uzunluğundan değil! Ne diyordu 15 Temmuz gecesi televizyonlara bağlandığında “ölümüne, ölümüne”…”Biz kefenimizi giyerek çıktık bu yola. ”Bunlar boşuna söylenmiş, öylesine sözler değil.

FETÖ TERÖRİSTLERİ

                15 Temmuz darbe girişimi FETÖ’nün ne kadar tehlikeli bir yapı olduğunu ortaya koymuştur. Silahlı terör örgütü olduğu çok açık ve net bir şekilde ortaya çıkmıştır. PKK’dan bile tehlikelidir, denildiğinde 15 Temmuz’dan önce kimseler inanmıyordu adeta. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın dışında bu tehlikenin farkına varan kimse de yoktu. Çok acı bir şekilde 249 şehidimizle ve 2000’i aşkın gazimizle bunu anladık. Şerlerden hayır çıkaran bir anlayışa sahibiz çok şükür.  Vatan, din, namus, bayrak korunmasında şehidliğin olmazsa olmaz olduğunun da bilincindeyiz. İnancımız budur:

”Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır,
Toprak, eğer üstünde ölen varsa, vatandır, ”

                Bu vatan, bu Anadolu coğrafyası bin yıldır Müslüman kanıyla yoğrularak “vatan” olmuştur.

”Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı;
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. ”
“Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda. ”

                Bu topraklar, boşuna şehid kanlarıyla dolu değil. Toprağı vatan kılan şey, şehidliktir. Gerçekten bu toprakları “vatan” kılmışız. Kanımızın, terimizin neticesinde vatanlaştırmışız. Şehidlerimizin ruhaniyeti, yardımı hep bizi diri tutan, bu topraklara bizi bağlayan şeydir. Vazgeçilebilir şey değildir bu. Onun için çok değerlidir. Değerine paha biçilemez.

                Bu değerine paha biçilemez vatanı, başkalarına peşkeş çekmeye, şehid kanlarıyla sulanmış bu vatanı gözünü kırpmadan satmaya çalışan zihniyettir FETÖ. Alçaklık, şerefsizlik, namussuzluk gibi kavramlar FETÖ teröristlerini açıklamaya yetmez. Hainlik de hafif kalmaktadır. Hangi kelimeyle anlatılabilecek bilemiyorum. Allah’ın Kur’an_ı Kerim’de, ”Onlar hayvanlar gibidir, hayvanlardan da daha aşağılıktırlar. ” dediği şeye tekabül eder mi acaba? Hayvan isimleriyle isimlendirsek hayvanlara hakarettir bu. Şeytan desek, deccal desek, aşağının aşağısı desek yüreğimiz soğur mu acaba? Sanmıyorum. Şeytana ruhunu satmış insanlıktan nasibini alamayan gürûh. Şeytan bile bunların yanında masum kalır! Şeytan en azından iki yüzlü değil. Şeytan, ”Ben kullarını aldatacağım Ya Rabbi, bana izin ver. ” dedi. Küfrünü apaçık ilan etti ve izin istedi. Bu noktada Şeytan, FETÖ’ye göre “mert” bile sayılabilir! Şeytan “Ben şeytanım” diyor ve şeytanlığını apaçık ilan ediyor. Ama FETÖ'cüler, girdiği kabın, kalıbını almaktan çekinmeme açısından şeytana külahını ters giydirebilecek bir yapıya sahip. Müslümanla Müslüman, solcuyla solcu, Kemalistle Kemalist, milliyetçiyle milliyetçi, ateistle ateist…Girdiği kabın şeklini almaktan çekinmeyen bir “inanç”, bir “din” anlayışına sahip. Farklı bir din…İslam’la ilgisi olmayan bir din…Münafıklığı, ikiyüzlülüğü değil çokyüzlülüğü “iman” haline getirmiş, dini sadece aldatmak üzere kullanan bir inanç…Bu dinin tanrısı, Fetullah, bu dinin peygamberi de yine kendisi, yani Fetullah…Allah adına,  kendinizi saklamak için namaz kılmayabilirsiniz, içki içebilirsiniz, eşinizi soyabilirsiniz, velhasıl belli yerlere gelebilmek için hangi şekle girmek gerekiyorsa, o şekle girebilirsiniz düşüncesiyle sapkın bir “din” anlayışını örgüt mensuplarına enjekte eden bir “varlık/yaratık”,  Fetullah…Bu varlık, bağlılılarına ne istiyorsa yaptırabilecek bir seviyeye getiriyor. İçinden çıktığı millete, milletin parasıyla satın alıp kendisine verdiği silahları sıkabilen bir “zombi”, bir “mankurt”…

“GEBERTİN, GEBERTİN İT SÜRÜLERİNİ! ”

                15 Temmuz gecesi bir komutanın emrindeki erlere verdiği bir “komut” bu. Nasıl bir hınçtır, nasıl bir kindir, nasıl bir intikam hırsıdır bu. Silahlara, tanklara, helikopterlere, uçaklara karşı vücudunu, gövdesini siper eden bu millete, ”Gebertin, gebertin bu it sürülerini” diyebilecek kadar insanlıktan, vicdandan nasibini almayan bu “yaratık”lar, nereden geldi, nasıl yetişti böyle? Hangi haşhaş, hangi uyuşturucu bunları bu hale getirdi; kendisine, toplumuna, inancına, insafına, vicdanına yabancılaştırdı? Bu milletin içinde yaşayıp da bu kadar “izole” olabilmek nasıl gerçekleşti? Nasıl bir “din” anlayışı? Bu dinin Tanrısı da peygamberinin de Fetulah’ın kendisinin olduğunu söylemiştik. Ama bu toplumun içinde yaşayıp da bu toplumun inançlarından, vicdanından uzaklaşıp zombi, mankurt haline nasıl getirilebiliyor “insan”lar? Nasıl bir akıldır ki bunlara inandırılabildi? Masasında birlikte yemek yediği mesai arkadaşını öldürebilecek bir insanlıkdışı alana nasıl kayabildi bu yaratıklar? İncelenmeye değer.

SUYU ÜÇ DİKİŞTE BESMELEYLE İÇEN FETÖ TERÖRİSTİ

                Bu da zombiliğe farklı bir örnek…Karşısındaki silahsız vatandaşı, insanı, Müslümanı vurduktan, öldürdükten sonra susayıp da yanındaki erden su alıp bunu besmeleyle oturarak suyu üç dikişte içen bir zombiden, ”akıl”dan bahsediyoruz. Doğrusu normal insanın aklının alabileceği bir şey değil bu. Aklı, insafı, vicdanı zorlayan bir durum. Karşısındaki silahsız insanı ne olarak görüyor acaba FETÖ teröristi? Hiç çekinmeden, düşünmeden silahsız bir insanı, vatandaşı vuruyor, öldürüyor, sonra da sanki bir insanı öldürmemiş, hatta çok önemli bir görevi yerine getirmenin hoşnutluğuyla suyunu “sünnet” üzere oturarak içiyor.

                Şimdi burada sapıklığın, zombiliğin, vicdansızlığın dibini buluyoruz. Saptırılmış bir din anlayışı, mantık, düşünce biçimi söz konusu burada. Dinde “füruat” olan şeyler burada yer değiştirmiş, önem sıraları tamamen değiştirilmiş. Besmeleyle oturarak suyu üç dikişte içmek, haksız yere adam öldürmekten daha önemli hale getirilmiş. ”Bir insanın öldürülmesi, bütün insanlığın öldürülmesi hakikati”, suyu üç dikişte oturarak içmekten çok daha önemsiz bir şey. Bu öldürülen insanın;  çok yakından tanıdığın, birlikte yemek yediğin, içtiğin, ailecek birbirinizi ziyaret ettiğin biri olması çok da önemli değil; yeter ki Tanrı diye kabul ettiğin, Tanrı’nın sözünden daha fazla itibar ettiğin Fetullah sana emir versin. Tanrı ve Fetullah karşı karşıya geldiğinde, Fetullah’ın sözü dinlenir; o ne de olsa Tanrı’yla da konuşmakta ve emirleri doğrudan Tanrı’dan almaktadır. Hiçbir işi, Tanrı’ya danışmadan, Tanrı’yla konuşmadan yapmamaktadır. (Onun Tanrı’sının ne olduğunu bilmiyorum. Ama Müslüman olarak bizim yegane mabudumuz bir ve tek olan Allah(cc)’tır. )Öyle demiş ya Hakan Şükür’e: ”Ben kendiliğimden mi konuşuyorum bunları? ” Cebrail(as)’i bile aradan çıkarmış bizimki.  Doğrudan Allah ile konuşuyor ve O’nun emirlerini doğrudan şakirtlerine iletiyor.  Doğru, kendiliğinden konuşmuyordur, emir aldığı bir üst akıl vardır;  ama bu üst aklın,  benim “yalnızca Allah’a ibadet ettiğim ve yardım dilediğim” Allah(cc) değildir herhalde.

                BİR GAZİ KADIN: ONLARIN GÖZLERİNDE KARANLIĞI, KÖTÜLÜĞÜ GÖRDÜM

                15 Temmuz Şehidler Köprüsü’nde, eski adıyla Boğaziçi Köprüsü’nde tanklara ve silahlı teröristlere karşı direnen bir yiğit kadının sözleri bunlar. Bunu başka gaziler de söyledi. Öldürmeye ayarlanmış, kendilerine ne olursa olsun “öldürün” talimatı verilmiş bu robotik teröristlerin yüzlerindeki o karanlık, korkunçluk değişik şahidlerce de dile getirildi ki burası da önemli. Silahsız bir halka, bayraklarla, Allahu Ekber nidalarıyla gelen halka acımadan ateş etmek, ettirmek bir gözü dönmüşlüğü, bir imansızlığı işaret ediyor. Bu yaralı gazi kadınımızın feraset gözüyle gördüğü bir resim. Sanırım Genelkurmay Başkanlığında, asker elbisesi giymiş FETÖ teröristlerinden birinin vurduğu gazi bir vatandaşımızın söylediği şey de şu: ”Şehadet getir, bunu siz çok iyi bilirsiniz. ” dedi beni vuran FETÖ teröristi. Bunu söylerken de alaycı bir şekilde söylüyordu. ”Siz çok iyi bilirsiniz” ifadesi, bu halkın inançlarıyla, değerleriyle aynı duyguları paylaşmadığını gösteriyor.

                Teröristbaşı Fetullah Gülen, örgüt mensubu teröristlere şöyle konuşuyordu: ”Dünyada satın alınamayacak adam yoktur. Sadece fiyatları farklıdır. ”Kendisi de satın alınmış ki, ülkesini başkasına satmak için bugünleri beklemiş. Neyle satın alınmış? Dünyada satın alınamayacak adam olmadığına göre, kendisi de belli bir fiyatı satın alınmış demektir. Bunu ikrar ediyor. ”Şecaat arz ederken merd-i kipti sirkatin söyler. ” hesabı suçunu, hayatını kendi ağzıyla söylüyor. İnsan, teröristbaşının fiyatının ne olduğunu merak ediyor; yoksa Mehdilik, Mesihlik mi vaad edildi kendisine?

ALTIN NESİLDEN KATİL NESLE

                Teröristbaşı Fetullah Gülen’in geldiği nokta ibret verici değil midir? Kendisi ve kendisine bağlı örgüt mensuplarının bu millet tarafından nasıl vasıflandırıldığı ibretlik bir durumdur. ”Altın Nesil”  diye diye gençleri uyuşturdu, aldattı, kendisine bağlı mankurtlar haline getirdi gençleri.

NE YAPMALI?

                Türkiye’deki Müslümanlar olarak işimiz o kadar kolay değil bence. Devlette sızma ve devleti ele geçirme anlayışı ile hareket eden yapılara karşı, bu “cemaat” olur, bir STK olur, bir dernek olur farketmez, teyakkuz halinde bulunmak, sahih bir din anlayışı hakim kılmak gerekiyor. Devletin yapacakları vardır muhakkak, ama bu tür zihniyetlerle mücadele etmek sadece devletin işi değildir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın burada inisiyatifi alması gerekir, ama ona da bu işi yıkmamak gerek. Bu konuda doğru bilgilendirme, doğru dini inanış sahibi kılmak adına yapılması gereken şeyler konusunda rehberlik edebilir.

                FETÖ, kendisi dışında hiçbir yapılanmaya izin vermeyen, kendisi dışındaki bütün yapıları düşman belleyen, bu yapıları ezmek, sindirmek üzere faaliyet gösteren sapkın bir anlayış. Bu Anadolu coğrafyasında bütün cemaat yapılanmaların, STK’ların, derneklerin birbirini ötekileştirmediği, düşman olarak görmediği bir ortamın oluşturulması önemli. Devlete adam yetiştirme, devlete sızma, devlette güçlenme, devlet gücüye bir şeyleri yaptırma anlayışlarına yer verilmemeli. Bu, tabii ki Müslümanların ne olursa olsun devlet kademelerinden uzaklaştırılmaları anlamını taşımıyor. 28 Şubat gibi bir zihniyeti, Müslümanlar olarak tekrar yaşamak istemeyiz Türkiye’de. 28 Şubat da dindar insanlara  karşı tertip edilmiş alçakça bir kalkışmaydı. 28 Şubat, devletten FETÖ’cüleri temizlemedi, aksine onları devletin her kademesinde palazlandırdı. Çünkü Müslümanlığın dışında her kılığa girebiliyorlardı çünkü. Hiç zarar görmeyen kesimdi diyebiliriz FETÖ’cülere 28  Şubat’ta. Bir nesil gitti, bir nesli kaybettik biz 28 Şubat’ta. Onun sıkıntılarını hala yaşıyoruz. Kim ister, oğlunun evliliğinde , oğlunu orduevinin dışından seyretmek, kapının dışında gözleri yaşlı bir şekilde bakakalmak? Başörtülü diye tedavisi yapılmayan hastaların olduğu günlere geri dönmek? Okullarda namaz kılıyor diye Uğur Dündar zihniyetindekilerin öğrencileri “irtica” söylemleriyle suçlu durumuna düşürüldüğü, başörtülü kız öğrencilerin suçlu muamelesi gördüğü, ezildiği zamanlara dönmek…Bunlar istenecek şeyler mi? FETÖ’cü darbelere olduğu kadar ETÖ’cü darbelere, Kemalist darbelere de karşıyız, karşı olmalıyız. Bu millet Ergenekoncu/ Kemalist darbelerden de çok çekti; hala çekiyoruz. Bunlara göre Müslüman görünümünün bütün kamu alanlarından, her yerden uzaklaştırılmalı. FETÖ’cülerden kurtulurken ETÖ’ye (Ergenekon Terör Örgütü: Ergenekon bir zihniyettir, kelimelere takılmayalım. )kendimizi kaptırmayalım.

                Hükümetin askeri liseleri kapatması bu konuda çok isabetlidir. Askeri bir çeşitliliğin olması, aynı tornadan geçmiş, belli ideolojik kalıptaki  kişilerin askerlik yaptığı bir yapı olmamalıdır ordu. Ordunun belli kalıp içindeki askerlerin görev yaptığı bir yapıdan uzaklaştırılması çok önemli. Her ideolojiden, her düşünceden insanın görev yapabildiği bir orduyu özlüyorum. Peygamber ocağı dediğimiz bir yapıda Müslümanlığını yaşayan bir rütbeli/rütbesiz askerlerin dışlanmadığı, Müslümanlıkla sorunu olmayan, milletin ordusu olan, milletiyle zıtlaşmayan, milletin değerlerine saygılı olan, hatta içselleştiren bir ordu, bu millete çok mu? 15 Temmuz’da milletin nasıl bir ordu istediği belli olmadı mı? Tankları, milletin üstüne süren, uçaklarla milletin meclisine, cumhurun başkanına bombalar atan bir ordu istemiyor bu millet. Milletini “it sürüleri” olarak görmeyen bir ordu istiyor milletimiz. Milletin üzerine “çöken”, milletini “hayvan” olarak gören bir ordu İstemiyor bu millet. ”Ya Allah, bismillah, Allahu Ekber” diyen milletine kinle, intikamla bakan bir ordu istemiyor bu millet. Bu millet, FETÖ’cülerin dediği gibi “it sürüsü” değil; bu millet, mübarek, eli öpülesi bir millet. Bunu 15 Temmuz’da ispatladı, daha önceleri de ispatladığı gibi.

                Bu millet,  ordusunun artık kendisine silah doğrultmadığı bir ordu istiyor. Kendisini dış düşmanlara karşı koruyan, sadece buna odaklanan, namusunun, vatanının, bayrağının bekçiliğini yapan, gücünü dış güçlerden, dışarıdan değil milletinden alan bir ordu istiyor. Bunu başarabiliriz. 15 Temmuz başarabileceğimizi gösterdi.

                Ordunun demokrasiyi, millet iradesini içselleştirdiği, millet iradesinin önemini idrak ettiği, hakimiyetin kayıtsız   şartsız milletin egemenliğinde olan bir anlayışı özümsemesi gerek. Artık yumruk/silah gücüyle bu millete istenilen yaptırılamayacağı kabul edilmeli. Resmi ideolojinin dayatıldığı, jakoben ittihatçı, tek tipçi bir anlayışın emrinde olmamalı ordu. Böyle bir ordudan  bu milletin nefret ettiği bilinmeli. Zorla güzellik olmaz. Millet ne derse o. Millet, Müslüman bir ordu istiyor. Dindarlığın “suç”  kabul edilmediği bir ordunun yanında olur bu millet. Ordu, milletin emrinde olmalı. Ordu-millet el ele boşuna dillendirilmiyor. Ordu, milletin ordusu olmalı; milletin değerlerinin yok sayıldığı bir ordu anlayışı bu milleti yaralar ve birlik/beraberlik gerçekleşmez. Millete ikide bir “balans ayarı” çekildiği bir ülkede, hakimiyet millette değil demektir. Hani, ”Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindi. ”

                Demokrasi, milletin hakimiyeti, sözünün geçtiği bir yönetim şekliyse, bu balans ayarlarıyla bu milletin hakimiyeti istenmiyor demektir. Millete balans ayarı yapılan bu  toplumda demokrasi de özgürlükler de yok demektir. Sonra da demokrasiden bahsedeceğiz. Milletin değil, ordunun sözünün geçtiği bir yerde demokrasiden bahsedilemez. O yüzden ordunun topluma balans ayarı değil, toplumun orduya balans ayarı çekmesi gerek. Ordu, milletin ordusu olmalı;  belli bir ideolojinin ordusu değil. Vatanın, bayrağın, canın, malın, bağımsızlığın korunması söz konusu olduğunda devreye girmeli ordu; içe karşı değil dışa karşı…

                Mesela, namaz kılan bir insandan, eşi başörtülü bir komutandan korkmamalı ordu ve bunu suç saymamalı. İslam, sadece vicdanlarda yaşanan bir olgu değildir.  Bu milletin değerlerine, inançlarına, yaşayışına karşı bir savaş ilanı gibi görülmemeli laiklik. Din, vicdanlara hapsedilen bir gerçek  değildir. Din, toplumda namazıyla, orucuyla, kurbanıyla, ezanıyla görünen bir şeydir. Bunu görünmez kabul edebilmenin, dinin ruhuna aykırı bir şey olduğunun kabul edilmesi gerekir. Kamu kurumlarında bir Müslümanın namaz kılmamasını bekleyemezsiniz siz. ”Ne var canım, çalıştığı  iş yerinde namaz kılmayıversin. ”  diyemezsiniz. Derseniz sorun  çıkar. Demokratik bir anlayışa sahip olmadığınız anlaşılır. Özgürlükçü bir anlayışa sahip olmadığınız belli olur. Laikliği, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, bütün dini  yapılara aynı mesafede olmasını anlıyorsanız , ki olabilir,  o zaman insanların ibadetiyle, başörtüsüyle değil, işini kanunlara, prosedürlere uygun yapıp yapmadığına bakacaksınız. Her şey kanunlara uygun olarak yapılıyorsa mesele kalmamış demektir.

                Polisimizin  de demokrasinin yanında olarak halkımızla el ele vermesi 15 Temmuz’un önemli görüntülerinden biriydi. Polisimizin, milletin yanında, milletle beraber olduğunu sevinerek gördük. Polisimizde çok önemli gelişmeler olmuş. FETÖ’cü polisler olmasına rağmen, çoğunlukla temizlendi bunlar. Zaman içinde daha da temizlenecek. Ama etkileri yok oldu. Bu anlaşıldı. Darbeci FETÖ teröristlerine gereken cevabı çok güzel bir şekilde verdi. Daha da milletle el ele olmanın yollarını arayacaktır polisimiz. Demokrasinin, milletimizin, millet iradesinin yanında olduğunu gösterdi polisimiz.

ANLAYIŞ MESELESİ    

                Darbelerin sözünün edilmediği, darbe sözcüğünün ağızlara alınmadığı, tiksinilen bir kelime olmalı darbe. Bu anlayışı toplumun her kesiminde geliştirmeliyiz. Özelikle de ordumuzda, polisimizde. Ordu içinde darbe yapmaya meyilli bir damar her zaman olmuştur. Çünkü silahı elinde tutan insanların “güç bende” diyerek güç zehirlenmesine yakalandıkları bir gerçek. Bunlar çoğunluk içinde çok azınlık olmalı ve üst rütbelerde olmamalı.

                                Bu bakımdan polisimizi her bakımdan güçlendirmeliyiz. Ağır silahsa ağır silah, füzeyse füze…İnsanların on metre tepesinden uçak uçurmayı düşünmemeli üniforma giymiş bir hain. Anında indirilebilmeli. Tankları yürütememeli bir hain,  ellerinde bayraktan başka bir şeyi olmayan  milletin üzerine. Anında durdurulmalı.

                Ordunun sivil denetimlere açık olması önemli. Sadakat ve liyakat ilkesiyle hareket edilmeli. Sadakat; milletine, devletine, bayrağına, vatanına sadakat olmalı. Liyakat, işe layık olan görevlendirilmeli. Liyakatı olup sadakati olmayanı görevlendirmemeli. Milletine, bayrağına, vatanına sadık olmayanın liyakati olmuş neye yarar? Sadakati var ama liyakat sahibi değil, ehil değil; o görevde olmamalı. 15 Temmuz’u yapanlarda hem sadakat yoktu, hem de liyakat yoktu; soruları çalan, ülkesine, milletine sadık olmayan insanların bu orduda yeri olamaz.
Allah bir daha bu millete 15 Temmuz’lar yaşatmasın. Amin.