Bu Blogda Ara

Türk Dili ve Edebiyatı sitesi, Edebiyat derslerine yardımcı,

29 Kasım 2019 Cuma

15 TEMMUZ DÜŞÜNCELERİ





15 TEMMUZ DÜŞÜNCELERİ

                15 Temmuz’da darbeden de öte bir “olay” yaşadık; darbe olarak tam olarak adlandırılamaz. Eksik kalır darbe tanımı. Bütün göstergelerin iyi seyrettiği, büyüme oranlarında ABD ve AB’ye bakıldığında mukayese edilemeyecek derecede iyi olduğu, hak ve özgürlüklerin adeta “sınırsızca” kullanıldığı bir dönemdeydi Türkiye. Bütün bunlara rağmen problemlerden azade bir ülke miydi Türkiye? Kimse bunu iddia etmiyor. Problemsiz  bir ülke gösterilebilir mi şu dünyada? Yeryüzü problemsiz değil; çünkü cennet değil dünya. Ama darbe yapılabilecek “haklı” ve “ somut” bir gerekçe de yoktu ortada. Yani darbenin haklı olabileceğini söylemiyorum kuşkusuz. Ama buna rağmen araştırıldığında darbe yapmayı gerektirecek bir unsur da yoktu ortada. Türkiye kötüye mi gidiyordu? Bırak buna halk karar versin. Dış politikada yanlış kararlar mı alınıyordu? Bunun kararını demokrasiye sahip çıkan millet alsın. Hak ve özgürlüklerde bir gerileme mi söz konusu? Hak ve özgürlükleri bizatihi yaşayan millete bunu soralım. Ben demokrasiyi, milletin tercihlerini, hak ve özgürlükleri neyse o, onları takmıyorum, ben kendi fikrimin, değerlendirmelerimin doğru olduğuna inanıyor ve bunu milletin de kabul etmesini istiyorum, ”ben haklıyım” diyerek silahlı bir şekilde toplumun tercihlerine ipotek koyuyorsan, orada “dur” bakalım. Millet de zaten bu anlayışa dur dedi.

DARBE ENDİŞESİ

                Bu millet hep darbe korkusu ile yaşamak zorunda mı? Darbelere son diyemeyecek miyiz? Darbe kabusları ne zaman sona erecek? Ne yapmalı, ne etmeli ki bu sorunlardan uzak, kafamız salim yaşayalım? FETÖ’den önce BTÖ (Bölücü terör örgütü PKK) vardı? FETÖ’den sonra da bir başka derin yapı, örgüt yine olacak. Coğrafyamız zorlu bir coğrafya, Anadolu coğrafyası…Bizi yalnız, kendi başımıza bırakmayacaklar, bizi emirlerine amade bir biçime sokmak, emir alabilir halde bırakmak için ellerinden gelen her şeyi yapacaklar. Hangi  siyasi bir kararı alsak, birilerinin ayaklarına basıyoruz, birilerinin çıkarlarına dokunuyoruz. Kendi başımıza siyaset yapabilecek, kararlar alabilecek halde olmamız istenmiyor. Hangi masum, hangi normal bir karar alsak birilerinin dikkatini çekiyor. Birileri derken üst akıl dediğimiz emperyalizmin, kapitalizmin  dünyada hakim olmasına çalışan bir akıldan bahsediyorum.
                Durup dururken, bütün göstergeler iyiyken, Türkiye’de dünyada gelişmesini diğer Batılı ülkelere göre çok daha iyi bir konumdayken, uykuda basıp şafakta asmaya çalışıyorlar. Gezi operasyonu,  MİT operasyonu, MİT tırları, 17/25 Aralık operasyonları, parti kapatma davaları, muhtıralar, 28 Şubatlar, 15 Temmuzlar bitecek gibi görünmüyor. Rahatsız edilmeye, huzursuz edilmeye devam edilecek bu millet  anlaşılan. Yapılabilecek şeyler düşünülüyor hemen.

BİR DARBE NASIL OLUR?

                Günümüz gençliği “şanslı” sayılabilir! Canlı canlı bir darbeye tanıklık etti. 28 Şubat postmodern darbesi bugün liselerde okuyan gençlik için bir tarih. Annesinden babasından duyduklarını biliyor; yaşamadılar onu. Gençliğin darbeler ile tanıklıkları yok; şanssızdılar 15 Temmuz’a kadar. Tanklı, ağır silahlı, uçaklı, bombalı bir darbenin ne olduğunu bilmiyorlardı. Şimdi biliyorlar! Biz de bu kadarına, böylesine tanıklık etmemiştik doğrusu. Bu darbe girişimi, bütün kanallarda canlı kanlı bir şekilde naklen yayımlandı, akıllı cep telefonlarına kaydedildi. ”Darbe” nedir, amacı nedir, günlük hayatta askeri çağırabilecek ne gibi olumsuzluklar olmamasına rağmen niye asker kılıklı FETÖ  teröristleri niçin ülkeye el koymaya “milli irade”yi sindirmeye niçin niyetlendi? Demokrasi Batının  bir oyunu muydu yoksa? Milli irade diye bir şey yok muydu, kendimizi mi avutuyorduk? Milli irade, yoksa arada sırada Batının menfaatleri doğrultusunda  yok sayılabilir miydi? Sandıklarda “oy” dediğimiz şey önemsiz bir şey miydi?

                15 Temmuz, milli irade denen şeyin ne olduğunu günümüz gençliğine acı da olsa öğretti. ”Oy”una sahip çıkmanın ne demek olduğunu, milli iradenin boş bir şey olmadığını gösterdi. Demokrasinin bir oyun ol(a)mayacağını, ”göbeğini kaşıyan adam”, ”bidon kafalı”, benim oyum köylüyle aynı olabilir mi diyen adamlara çok güzel bir şekilde anlattı. Darbelerin öyle kolay yapılamayacağını, cesetlerin çiğnenmeden bunun gerçekleştirilemeyeceğini elitistlere, Batıcılara, Natoculara, resmi ideoloji çığırtkanı darbecilere, yabancılaşanlara, zombi ve mankurt olanlara gösterdi. Darbenin ne demek olduğunu bilmeyen nesillerden, darbeyi önleyen nesillere…Büyük bir gelişim ve değişim…Bunu, kendisine bidon kafalı diyenlere öğreten bir nesil bu. Esas bidon kafalıların kim olduğunu gösteren bir nesil…

                Bu nesil de darbeyi gördü! Demek ki darbede tanklar sokaklara, caddelere iniyor, uçaklar on metreden “alçak” uçuş yapıyor, Millet Meclisi, Cumhurbaşkanlığı, özel harekat polisleri, emniyet binaları bombalanıyor, köprüler tanklarla tutuluyor, askerler silahsız insanların üstüne atış talimi yapıyor, vatandaşlar gebertilecek “it”ler olarak görülüyor.

                28 Şubat sürecinde Ankara’da Sincan’da tankların yürütüldüğünü gördük. Hatta görüntülü medyanın daha iyi resim alabilmesi için tankların tekrar yürütüldüğüne de şahit olduk. Ateş edilmedi ama bir iktidar değiştirildi. Onun için Postmodern darbe dendi 28 Şubat’a. Orada anladık ki, darbe tanklarla yapılıyormuş. Orada uçaklar kullanılmamıştı, bombalar atılmamıştı, Meclis, Cumhurbaşkanlığı, güvenliği sağlayan polislere bomba atılmamıştı, ama niyet gerçekleşmişti. 15 Temmuz’da bunların hepsini gördük; hunharca, gaddarca, alçakça…Bundan sonra eğer caddelerde, şehrin ortasında tank görürsek, bilin ki darbe oluyordur, şehrin göbeğinde uçaklar kulak zarlarını patlatırcasına “alçak”tan uçuyorsa anlayın ki darbe yapılıyordur; köprüler tanklarla kesilmişse  darbenin içindeyiz demektir. O zaman ne yapılması gerekiyorsa yapılmalıdır. Demokraside normal hayatta tankların yeri yoktur. Caddelerde tanklarla arabaları, insanları ezen bir görüntü olamaz. Oluyorsa darbe yapılmaya demektir.

                Bazıları darbe olduğuna inanamadı; inanamadık. Bunu yaparlar mı, yapabilirler mi dedik. Gözlerimizle gördüğümüz halde inanmakta zorluk çektik. Boğaziçi Köprüsü’nün bir tarafı kapandığını haber olarak aldığımızda, aklımıza hemen darbe gelmedi. Ama iş daha sonra hemen anlaşıldı. Darbelerin nasıl gerçekleştiğini, darbelerde nelerin yapılacağını gözlerimizle gördük, yaşadık. Demek ki darbe böyle bir şeymiş. Bu bakımdan darbe denen alçaklığı yakinen öğrendik. Bundan sonra daha hazırlıklı olacağız herhalde.

DARBEYİ ÖNLEDİK Mİ?

                Gerçekten inanılacak gibi değil. Bir darbeyi millet olarak önledik. Rüyada gibiyim. Yaşadıklarımız bir film değil, bizatihi yaşadığımız bir gerçeklik. Bunun önlendiğini Batı da Amerika da kabullenemedi. O kadar güveniyorlardı ki, bu darbenin başarısız bir darbe olacağını akıllarına bile getirmemişlerdi. Onlar da bizim gibi bir rüya alemindeler. Ama onlarınki başka bir rüya! Nasıl olur da başarısız olduk hesabı onlarınki, oysa her şeyden emindiler. 17-25 Aralık yargı-polis darbesinde Amerikan büyükelçisinin ( Ricardione) dediği gibi “Bir imparatorluğun çöküşüne tanık oluyorsunuz. ”Türkiye’nin çöküşünü bekliyorlardı 15 Temmuz’da. Belki de tarihten silinmesini. Çok şükür ki kaderin üstünde bir kader, oyunların üstünde bir oyun vardı. Bu oyuna Allah, millet eliyle izin vermedi. Şehitlerimiz birlik ve beraberliğimizi bereketlendirdi. Onların bereketiyle oyun bozuldu.

MİLLİ BİRLİK VE BERABERLİK

                Çok söz edilen, kalıplaşmış sözlerden “milli birlik ve beraberlik”Bunu ağzımız alışmış bir vaziyette şimdiye kadar çok söyledik. Altı doldurulmamış, soyut bir kelimeler kalıbı olarak ezberlerimizdeydi. Bu 15 Temmuz  gecesi değişti, ete kemiğe büründü, bir gerçeklik olarak karşımıza çıktı. ”Asım nesli” namusunu çiğnetmedi çiğnetmeyecek düşüncesi gerçekleşti.

Mehmet Akif’in,  

Girmeden tefrika bir millete,  düşman giremez;  
Toplu vurdukça yürekler,  onu top sindiremez. ”

mısralarında olduğu gibi yüreklerimizi toplu atar hale getirmemiz gerekiyor. Bunu 15 Temmuz’da millet olarak ispatladık. 7 Ağustos’ta da Yenikapı mitinginde taçlandırdık.

15 TEMMUZ’DA MİLLET OLDUK!

                Bir liderin peşinde darbelere nasıl karşı geleceğini öğretmiş şehid ve gazi bir millet var karşımızda. ”Eli öpülesi” bir millet. 15 Temmuz gecesi biz MİLLET OLDUK. Milletin ne demek olduğunu, millete küçümseyici, kinci bakışlarla bakan mankurtlara, milletine yabancılaşanlara kanımız pahasına öğrettik. MİLLET olunabiliyormuş demek ki…

                Millet olduğumuzu, Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde bu milletin ferasetiyle, cesaretiyle, göğsünü alçaklara siper etmesiyle gösterdik. Mehmet Akif’in İstiklal Marşı’nda  “Siper et göğsünü, dursun bu hayasızca akın! ” dediği gibi, bu hayasız akınları bu millet imanlı göğsünde söndürdü. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın dediği gibi, ”Çılgın Türkler” değil, ”İmanlı Çılgın Türkler! ”Bunu sadece çılgınlıkla izah edebilmek mümkün değil. Türkleri imandan soyutlamak da ne kadar gayret edilirse edilsin mümkün değil. O gece atılan sloganlara bakıldığında, ”Ya Allah, bismillah Allahu Ekber” sözlerinin çokça tekrar edildiğini görüyoruz. Şehadete koşanların yakınlarından ve gazi olanlardan öğrendiğimize göre, şehadet şerbetini içmek için caddelere, sokaklara çıkıldığını, yakınlarından helallik alındığını anlıyoruz. Salalar, ezanlar bu işin maneviyat yönünü, İslami yönünü çok açık bir şekilde herkese duyuruyor.

                Bu milletin mayası sağlam; mayası İSLAM. Bunu herkes çok açık görüyor; kimse inkar edemez. ”Allahu Ekber! ” ifadesinden  korkan, bu milletin içinde yaşayan zombi/ mankurt olmuş hain ve alçaklara yapacak bir şeyimiz yok. Onlar kendi çukurlarında debelenip duracaklar; onlar millet olmanın ne emek olduğuna hep yabancı kalacaklar. Onlar bu millete “göbeğini kaşıyan adam”, ”bidon kafalı” gibi hakaretvari şeyler söylemeye devam edecekler. Namazlarını kılacakları kimseleri de yanlarında bulamayacaklar. Bu millet onlara haklarını da helal etmeyeceklerdir.

15 TEMMUZ ŞEHİDLERİ

                Artık yakın tarihte çocuklarımıza anlatabileceğimiz, onların da şahit oldukları, birebir yaşadıkları, ”kanlı-canlı” bir “tarih” var. Çanakkale şehidlerini hep duyduk, okuduk, filmlerini izledik. Bu savaşın ne kadar önemli olduğunu, bir ölüm-kalım mücadelesi olduğunu, ne kadar fedakarlıklarla kazanıldığını okuduk, duyduk. Bugünkü nesiller için “uzak” bir tarihti. Tarih olması hasebiyle bugünkü nesillerimiz için etkileyiciliği belli bir oranda takılıp kalıyordu. Çanakkale’ye gidenlere, oradaki görevliler bütün samimiyetleriyle Çanakkale savaşını ve zaferini aktarmaya çalışsalar da sonuçta bizim “yaşamadığımız”, ”hissetmediğimiz” bir durumdu, ”tarih”ti. Okunup geçilebilecek, sonra unutmaya yüz tutacak bir “zafer. ”Akılı cep telefonlarla, bilgisayarlarla, oyun konsollarıyla büyümüş bir nesil için bir tarihti sadece o kadar!

                Şimdi  ise bizatihi günümüz  gençliğinin, insanının şahit ve şehid olduğu, içinde bulunduğu, bizatihi günümüz insanın yazdığı bir tarih vardı ortada: 15 Temmuz. Günümüz insanının yaşadığı, yazdığı, öldüğü, gazi olduğu bir zafer! Genciyle, yaşlısıyla, erkeğiyle kadınıyla, çoluğuyla çocuğuyla…Cep telefonlarıyla, kameralarla, güvenlik kameralarıyla adeta her anının kayda alındığı bir tarih ve zafer…Ölürken, gazi olurken kendi cep telefonlarıyla bu anlara şahitlik edildi. Ölüme, ölümlere tanıklık edildi. ”Sanal” bir savaş değildi bu, ”gerçek” bir savaş…Kimsenin inkar edemeyeceği bir savaş…Çanakkale, günümüz nesilleri için “uzak” bir tarih, okunulan bir tarih idi, 15 Temmuz ise yaşanılan, içinde olunan bir tarih; sanal değil, kanlı-canlı yaşanan, tanıklık edilen bir tarih…Günümüz insanın torunlarına, çocuklarına anlatabilecekleri, içinde yaşadıkları bir tarih…

                Çanakkale bir ölüm kalım mücadelesiydi. Bütün bir küfür cephesi karşımızdaydı. Onbinlerce insanımızı kaybettik orada. Okuyan, geleceğin yönetiminde söz sahibi olabilecek bir nesil kıyıma uğradı, uğratıldı. Çanakkale geçilseydi, neler olabileceğini çok iyi idrak etmişti milletimiz. Onun için seve seve canlarını verdiler. Önlerinde birçok arkadaşının öldüğünü görerek, birkaç dakika sonra kendisinin de öleceğinin idrakinde olarak ölüme gitmişlerdi. 15 Temmuz’da da böyle oldu. Arkadaşının, yakınının, tanıdığının öldüğünü, yaralandığını görerek gerisin geriye gitmediler. Ya şehidlik, ya gazilik…Caddelere, sokaklara dağılan insanların tanıklıklarında bunu görüyoruz.

                Bu nasıl bir şeydir böyle? Bile bile ölüme gitmek, yanındakinin öldüğünü görerek geriye dönmemek, ölümden korkmamak…Bunun müthiş bir duygu olduğunu kabul etmek gerek. Peki bu duyguyu veren nedir böyle? Ölümü öldüren, ölüme “meydan okuyan” bu duyguyu anlayabilmek için bir “imanlı bir yürek” sahibi olmak gerek. Bu duyguyu veren imanı hesaba katmadan bunu anlayabilmek zor. Tek başına “vatan” demek açıklayıcı bir şey değildir. Herkesin bir vatanı var, ama herkes vatanı için bu fekakârlığa katlanıyor değildir. Hele vatansızların (FETÖ’cülerin özellikle) bu duyguyu anlamalarını beklemiyorum. Türkiye, sadece gidecekleri toprak parçalarından biri onlar için. Türkiye olmazsa, başka bir ülke olur.

                Vatan, bayrak kelimeleri önemli. Vatan denir ya, kuru bir toprak parçası değil. Bayrağımız da sadece bir bez parçası değil. Hilal, İslam’ın bir remzi, sembolü…Hilal, ebced hesabıyla Allah kelimesindeki harflerle aynı oranda; yani hilal kelimesindeki harflerin yerini değiştirdiğinizde Allah kelimesini bulabiliyorsunuz. Allah ve hilal kelimelerindeki sayısal oran eşit. Onun için bayrağın yere düşürülmesi, İslamın yere düşürülmesi ile aynı görülür. Milletimizin atmış olduğu sloganlara bakıldığı zaman, ”Ya Allah, bismillahi Allahu Ekber” ifadelerinin çokça kullanıldığını, şehadete bu sözlerle gidildiğini görürüz. Bu, Çanakkale Ruhu’yla aynı ruhtur; bizi kurtaran da bu ruhtur. Allah bizi bu ruhtan ayırmasın; ayırdığı zaman zaten Türk milleti diye bir şey de kalmamış demektir.

                “Vatan sevgisi imandandır. ”Bu imanı biz, 15 Temmuz’da gördük,  çok şükür. Bu imanı kaybetmemişiz. Şükredilesi bir durum. Caddelere, sokaklara insanları akıttıran bu imanı küfür cephesi pek hesaba katmadı anlaşılan. Küfür cephesiyle aynı düşünce kalıbına sahip imansız bir FETÖ profesörü ne demişti:  “Ben siyaset profesörüyüm. Televizyon ekranlarından bir ilan edin, sokağa çıkma yasağı var diye, bakın kimse sokağa çıkıyor mu? Hocaların evleri cami avlusundadır, darbe oldu diye avludan camiye bile gitmeye korkarlar. Bunlar kuru kalabalıklar. ”FETÖcü siyaset bilimci demek ki böyle oluyor. Bunlar kendi halkını tanıyamamış, kendilerine biat etmedikleri için halkını düşman gören sapıklar…”Bilim adamı” da savcısı da hakimi de, polisi de sapık bunların…Allah ellerine düşürmesin…Ellerine düştüğün zaman, yapmayacakları işkence, alçaklık, hainlik yok bunların. Asker kılığına girmiş teröristlerin silahsız halkı öldürmeleri için verdikleri emir nasıldı: ”Gebertin, gebertin it sürülerini. ”Marmaris’te Cumhurbaşkanının koruma polislerine yapmadıkları işkence kalmamış. Niye FETÖ’ye iman etmediniz diye ellerine geçirdikleri kendilerine karşı çıkan insanlara, çin işkencelerini aratacak işkencelerde bulunacakları artık gizli değil. Bunlar, aslında kinlerini iman haline getirmiş imansızlar. FETÖ'ye iman etmeyen insanlar, gözlerinde en büyük imansızlardır. Bu imansızların, Allah’a iman etmemelerinin yanında vatan sevgilerinin olmamasını çok görmemek gerek. Vatan sevgisi ne ki? Vatan, bütün dünya; Türkiye olmazsa, başka yerler vatandır onlar için. Özellikle bazı “İslamcı sapık”lar için anavatan Amerika’dır, Pensilvanya’dır. Bu, bir zamanlar, bizim değer verdiğimiz, "abi" dediğimiz bir “İslamcı sapık. ”Bunlar, vatanlarına bu kadar bağlı yaratıklar yani. Vatan kavramını kafalarında oturtamamış “uzaylı” yaratıklar bunlar…Bunlarda vatan sevgisi olmadığı için imansız olduklarını rahatlıkla söyleyebiliyoruz. İman sahibi olsalardı, bu vatanın nasıl vatan yapıldığını, milyonlarca insanın bu toprakları vatan kılabilmek için kanlarını seve seve döktükleri gerçeğini ıskalamazlardı. Bu kadar vatan gerçeğinden uzaklar ve bu kadar millet gerçeğine yabancılar…Bu millet içinde bir “uzaylı” gibi yaşıyorlar ve bir uzaylı gibi yalnızlar. Yalnız olarak geberip gidecekler ne yazık ki…İmansız, vatansız olarak “gübre” olup gidecekler.

                DARBELERE HAYIR!

                Ne olursa olsun darbelere karşı çıkmak, çıkabilmek önemli. Millet olarak darbelerle neler kaybedebileceğimizi 15 Temmuz gecesi bu millet, liderinin önderliğinde bütün dünyaya gösterdi. Ne sivil ne askeri, ne kurumsal olarak darbeleri söylemek değil,  aklımızdan bile geçirmemek, ”darbe” sözcüğünü dile getirenleri tükrüğümüzle boğmak gerekiyor millet olarak. Milli iradesine sahip çıkan bir millet var artık Türkiye’de. Milletimizin bu aşamaya gelmesi çok önemli. Demokrasiyi içselleştirdiğini, milli iradesine sahip çıktığını gösteriyor bu . Bu demokrasimiz açısından büyük bir gelişmişliği gösteriyor. Bu gelişmişlik, Batı ülkelerinde bile yok. Ancak Batı’nın anlayışında bu önemli değil. Çünkü darbesever bir batıl(ı) bir dünya var karşımızda. Mısır’daki darbeye darbe diyemedi sözgelimi. Batının İslam dünyasına, Türkiye’ye ikircikli yanını hep biliyoruz zaten, bunu milletimiz de çok iyi anladı. Ama biz Türk milleti olarak Batı’ya karşı sağlam ve dik durabilirsek, tefrikayı, ayrılığı bırakabilirsek Batı’nın bu oyunları da tutmayacaktır. Nitekim tutmadı da. Ancak bizim bu kararlılığımızı millet olarak göstermemiz gerekiyor.

                Darbeler karşısında dik durmak, milli iradeye sahip çıkmak, bu coğrafyada yaşayan insanlar olarak taviz vermememiz gerek.

DARBELERE KARŞI NASIL HAREKET ETMELİ?

                Darbelere karşı bu millet nasıl hareket etmesi gerektiğini, içimizdeki yabancılaşanlara, batıcılara öğrettiği gibi bütün dünyaya da göstermiştir. Bu, bu millet için büyük bir deneyimdir. Menderes’i ve bakanlarını astıklarında bu millet bir şey yapamadı; bunun ezikliğini, mahcubiyetini hep içten içe yaşadı. Özal, şaibeli bir şekilde öl(dürül)düğünde elinden bir şey gelmedi. Recep Tayyip Erdoğan’ı kurtlara, alçaklara teslim etmek istemedi. Ve bir sözüyle millet, bütün caddeleri doldurdu. Tabii burada Recep Tayyip Erdoğan, milletin kaderiyle kaderini birleştirmiş bir semboldür, figürdür. Erdoğan, bir milletin kaderi haline gelmiş; bunu bu millet çok iyi gördü.

                Erdoğan, bu milletin değerlerini, inançlarını, geleceğini, birliğini, beraberliğini, bağımsızlığını temsil eden bir anlayışı/zihniyeti temsil ediyor. ”Uzun adam” olmasından dolayı peşinden gitmedi, gitmiyor bu millet. ”Uzun adam” bir sembol; o sembolde millet kendisini gördü ve o sembolün peşinden gitti. Onun için “Dik dur eğilme, bu millet seninle” dedi halk her daim. Dik durmasaydı, bu millet onun arkasından gider miydi? Şimdiye kadar dik durmayan, tankları görünce kaçan, millette bir karşılığı olmayan siyasetçilerden çok çekti bu millet. Onun için ikide bir meydanlara Erdoğan’a karşı bu “dik durmak” ile ilgili sloganlar çokça tekrar edildi. O da, ”Biz ancak rükuda eğiliriz” cevabını verdi her zaman. Dik duramayan siyasetçilerden nefret etti bu millet. Uzun adam’ın peşinden bu yüzden gitti millet; yoksa boyunun uzunluğundan değil! Ne diyordu 15 Temmuz gecesi televizyonlara bağlandığında “ölümüne, ölümüne”…”Biz kefenimizi giyerek çıktık bu yola. ”Bunlar boşuna söylenmiş, öylesine sözler değil.

FETÖ TERÖRİSTLERİ

                15 Temmuz darbe girişimi FETÖ’nün ne kadar tehlikeli bir yapı olduğunu ortaya koymuştur. Silahlı terör örgütü olduğu çok açık ve net bir şekilde ortaya çıkmıştır. PKK’dan bile tehlikelidir, denildiğinde 15 Temmuz’dan önce kimseler inanmıyordu adeta. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın dışında bu tehlikenin farkına varan kimse de yoktu. Çok acı bir şekilde 249 şehidimizle ve 2000’i aşkın gazimizle bunu anladık. Şerlerden hayır çıkaran bir anlayışa sahibiz çok şükür.  Vatan, din, namus, bayrak korunmasında şehidliğin olmazsa olmaz olduğunun da bilincindeyiz. İnancımız budur:

”Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır,
Toprak, eğer üstünde ölen varsa, vatandır, ”

                Bu vatan, bu Anadolu coğrafyası bin yıldır Müslüman kanıyla yoğrularak “vatan” olmuştur.

”Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı;
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. ”
“Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda. ”

                Bu topraklar, boşuna şehid kanlarıyla dolu değil. Toprağı vatan kılan şey, şehidliktir. Gerçekten bu toprakları “vatan” kılmışız. Kanımızın, terimizin neticesinde vatanlaştırmışız. Şehidlerimizin ruhaniyeti, yardımı hep bizi diri tutan, bu topraklara bizi bağlayan şeydir. Vazgeçilebilir şey değildir bu. Onun için çok değerlidir. Değerine paha biçilemez.

                Bu değerine paha biçilemez vatanı, başkalarına peşkeş çekmeye, şehid kanlarıyla sulanmış bu vatanı gözünü kırpmadan satmaya çalışan zihniyettir FETÖ. Alçaklık, şerefsizlik, namussuzluk gibi kavramlar FETÖ teröristlerini açıklamaya yetmez. Hainlik de hafif kalmaktadır. Hangi kelimeyle anlatılabilecek bilemiyorum. Allah’ın Kur’an_ı Kerim’de, ”Onlar hayvanlar gibidir, hayvanlardan da daha aşağılıktırlar. ” dediği şeye tekabül eder mi acaba? Hayvan isimleriyle isimlendirsek hayvanlara hakarettir bu. Şeytan desek, deccal desek, aşağının aşağısı desek yüreğimiz soğur mu acaba? Sanmıyorum. Şeytana ruhunu satmış insanlıktan nasibini alamayan gürûh. Şeytan bile bunların yanında masum kalır! Şeytan en azından iki yüzlü değil. Şeytan, ”Ben kullarını aldatacağım Ya Rabbi, bana izin ver. ” dedi. Küfrünü apaçık ilan etti ve izin istedi. Bu noktada Şeytan, FETÖ’ye göre “mert” bile sayılabilir! Şeytan “Ben şeytanım” diyor ve şeytanlığını apaçık ilan ediyor. Ama FETÖ'cüler, girdiği kabın, kalıbını almaktan çekinmeme açısından şeytana külahını ters giydirebilecek bir yapıya sahip. Müslümanla Müslüman, solcuyla solcu, Kemalistle Kemalist, milliyetçiyle milliyetçi, ateistle ateist…Girdiği kabın şeklini almaktan çekinmeyen bir “inanç”, bir “din” anlayışına sahip. Farklı bir din…İslam’la ilgisi olmayan bir din…Münafıklığı, ikiyüzlülüğü değil çokyüzlülüğü “iman” haline getirmiş, dini sadece aldatmak üzere kullanan bir inanç…Bu dinin tanrısı, Fetullah, bu dinin peygamberi de yine kendisi, yani Fetullah…Allah adına,  kendinizi saklamak için namaz kılmayabilirsiniz, içki içebilirsiniz, eşinizi soyabilirsiniz, velhasıl belli yerlere gelebilmek için hangi şekle girmek gerekiyorsa, o şekle girebilirsiniz düşüncesiyle sapkın bir “din” anlayışını örgüt mensuplarına enjekte eden bir “varlık/yaratık”,  Fetullah…Bu varlık, bağlılılarına ne istiyorsa yaptırabilecek bir seviyeye getiriyor. İçinden çıktığı millete, milletin parasıyla satın alıp kendisine verdiği silahları sıkabilen bir “zombi”, bir “mankurt”…

“GEBERTİN, GEBERTİN İT SÜRÜLERİNİ! ”

                15 Temmuz gecesi bir komutanın emrindeki erlere verdiği bir “komut” bu. Nasıl bir hınçtır, nasıl bir kindir, nasıl bir intikam hırsıdır bu. Silahlara, tanklara, helikopterlere, uçaklara karşı vücudunu, gövdesini siper eden bu millete, ”Gebertin, gebertin bu it sürülerini” diyebilecek kadar insanlıktan, vicdandan nasibini almayan bu “yaratık”lar, nereden geldi, nasıl yetişti böyle? Hangi haşhaş, hangi uyuşturucu bunları bu hale getirdi; kendisine, toplumuna, inancına, insafına, vicdanına yabancılaştırdı? Bu milletin içinde yaşayıp da bu kadar “izole” olabilmek nasıl gerçekleşti? Nasıl bir “din” anlayışı? Bu dinin Tanrısı da peygamberinin de Fetulah’ın kendisinin olduğunu söylemiştik. Ama bu toplumun içinde yaşayıp da bu toplumun inançlarından, vicdanından uzaklaşıp zombi, mankurt haline nasıl getirilebiliyor “insan”lar? Nasıl bir akıldır ki bunlara inandırılabildi? Masasında birlikte yemek yediği mesai arkadaşını öldürebilecek bir insanlıkdışı alana nasıl kayabildi bu yaratıklar? İncelenmeye değer.

SUYU ÜÇ DİKİŞTE BESMELEYLE İÇEN FETÖ TERÖRİSTİ

                Bu da zombiliğe farklı bir örnek…Karşısındaki silahsız vatandaşı, insanı, Müslümanı vurduktan, öldürdükten sonra susayıp da yanındaki erden su alıp bunu besmeleyle oturarak suyu üç dikişte içen bir zombiden, ”akıl”dan bahsediyoruz. Doğrusu normal insanın aklının alabileceği bir şey değil bu. Aklı, insafı, vicdanı zorlayan bir durum. Karşısındaki silahsız insanı ne olarak görüyor acaba FETÖ teröristi? Hiç çekinmeden, düşünmeden silahsız bir insanı, vatandaşı vuruyor, öldürüyor, sonra da sanki bir insanı öldürmemiş, hatta çok önemli bir görevi yerine getirmenin hoşnutluğuyla suyunu “sünnet” üzere oturarak içiyor.

                Şimdi burada sapıklığın, zombiliğin, vicdansızlığın dibini buluyoruz. Saptırılmış bir din anlayışı, mantık, düşünce biçimi söz konusu burada. Dinde “füruat” olan şeyler burada yer değiştirmiş, önem sıraları tamamen değiştirilmiş. Besmeleyle oturarak suyu üç dikişte içmek, haksız yere adam öldürmekten daha önemli hale getirilmiş. ”Bir insanın öldürülmesi, bütün insanlığın öldürülmesi hakikati”, suyu üç dikişte oturarak içmekten çok daha önemsiz bir şey. Bu öldürülen insanın;  çok yakından tanıdığın, birlikte yemek yediğin, içtiğin, ailecek birbirinizi ziyaret ettiğin biri olması çok da önemli değil; yeter ki Tanrı diye kabul ettiğin, Tanrı’nın sözünden daha fazla itibar ettiğin Fetullah sana emir versin. Tanrı ve Fetullah karşı karşıya geldiğinde, Fetullah’ın sözü dinlenir; o ne de olsa Tanrı’yla da konuşmakta ve emirleri doğrudan Tanrı’dan almaktadır. Hiçbir işi, Tanrı’ya danışmadan, Tanrı’yla konuşmadan yapmamaktadır. (Onun Tanrı’sının ne olduğunu bilmiyorum. Ama Müslüman olarak bizim yegane mabudumuz bir ve tek olan Allah(cc)’tır. )Öyle demiş ya Hakan Şükür’e: ”Ben kendiliğimden mi konuşuyorum bunları? ” Cebrail(as)’i bile aradan çıkarmış bizimki.  Doğrudan Allah ile konuşuyor ve O’nun emirlerini doğrudan şakirtlerine iletiyor.  Doğru, kendiliğinden konuşmuyordur, emir aldığı bir üst akıl vardır;  ama bu üst aklın,  benim “yalnızca Allah’a ibadet ettiğim ve yardım dilediğim” Allah(cc) değildir herhalde.

                BİR GAZİ KADIN: ONLARIN GÖZLERİNDE KARANLIĞI, KÖTÜLÜĞÜ GÖRDÜM

                15 Temmuz Şehidler Köprüsü’nde, eski adıyla Boğaziçi Köprüsü’nde tanklara ve silahlı teröristlere karşı direnen bir yiğit kadının sözleri bunlar. Bunu başka gaziler de söyledi. Öldürmeye ayarlanmış, kendilerine ne olursa olsun “öldürün” talimatı verilmiş bu robotik teröristlerin yüzlerindeki o karanlık, korkunçluk değişik şahidlerce de dile getirildi ki burası da önemli. Silahsız bir halka, bayraklarla, Allahu Ekber nidalarıyla gelen halka acımadan ateş etmek, ettirmek bir gözü dönmüşlüğü, bir imansızlığı işaret ediyor. Bu yaralı gazi kadınımızın feraset gözüyle gördüğü bir resim. Sanırım Genelkurmay Başkanlığında, asker elbisesi giymiş FETÖ teröristlerinden birinin vurduğu gazi bir vatandaşımızın söylediği şey de şu: ”Şehadet getir, bunu siz çok iyi bilirsiniz. ” dedi beni vuran FETÖ teröristi. Bunu söylerken de alaycı bir şekilde söylüyordu. ”Siz çok iyi bilirsiniz” ifadesi, bu halkın inançlarıyla, değerleriyle aynı duyguları paylaşmadığını gösteriyor.

                Teröristbaşı Fetullah Gülen, örgüt mensubu teröristlere şöyle konuşuyordu: ”Dünyada satın alınamayacak adam yoktur. Sadece fiyatları farklıdır. ”Kendisi de satın alınmış ki, ülkesini başkasına satmak için bugünleri beklemiş. Neyle satın alınmış? Dünyada satın alınamayacak adam olmadığına göre, kendisi de belli bir fiyatı satın alınmış demektir. Bunu ikrar ediyor. ”Şecaat arz ederken merd-i kipti sirkatin söyler. ” hesabı suçunu, hayatını kendi ağzıyla söylüyor. İnsan, teröristbaşının fiyatının ne olduğunu merak ediyor; yoksa Mehdilik, Mesihlik mi vaad edildi kendisine?

ALTIN NESİLDEN KATİL NESLE

                Teröristbaşı Fetullah Gülen’in geldiği nokta ibret verici değil midir? Kendisi ve kendisine bağlı örgüt mensuplarının bu millet tarafından nasıl vasıflandırıldığı ibretlik bir durumdur. ”Altın Nesil”  diye diye gençleri uyuşturdu, aldattı, kendisine bağlı mankurtlar haline getirdi gençleri.

NE YAPMALI?

                Türkiye’deki Müslümanlar olarak işimiz o kadar kolay değil bence. Devlette sızma ve devleti ele geçirme anlayışı ile hareket eden yapılara karşı, bu “cemaat” olur, bir STK olur, bir dernek olur farketmez, teyakkuz halinde bulunmak, sahih bir din anlayışı hakim kılmak gerekiyor. Devletin yapacakları vardır muhakkak, ama bu tür zihniyetlerle mücadele etmek sadece devletin işi değildir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın burada inisiyatifi alması gerekir, ama ona da bu işi yıkmamak gerek. Bu konuda doğru bilgilendirme, doğru dini inanış sahibi kılmak adına yapılması gereken şeyler konusunda rehberlik edebilir.

                FETÖ, kendisi dışında hiçbir yapılanmaya izin vermeyen, kendisi dışındaki bütün yapıları düşman belleyen, bu yapıları ezmek, sindirmek üzere faaliyet gösteren sapkın bir anlayış. Bu Anadolu coğrafyasında bütün cemaat yapılanmaların, STK’ların, derneklerin birbirini ötekileştirmediği, düşman olarak görmediği bir ortamın oluşturulması önemli. Devlete adam yetiştirme, devlete sızma, devlette güçlenme, devlet gücüye bir şeyleri yaptırma anlayışlarına yer verilmemeli. Bu, tabii ki Müslümanların ne olursa olsun devlet kademelerinden uzaklaştırılmaları anlamını taşımıyor. 28 Şubat gibi bir zihniyeti, Müslümanlar olarak tekrar yaşamak istemeyiz Türkiye’de. 28 Şubat da dindar insanlara  karşı tertip edilmiş alçakça bir kalkışmaydı. 28 Şubat, devletten FETÖ’cüleri temizlemedi, aksine onları devletin her kademesinde palazlandırdı. Çünkü Müslümanlığın dışında her kılığa girebiliyorlardı çünkü. Hiç zarar görmeyen kesimdi diyebiliriz FETÖ’cülere 28  Şubat’ta. Bir nesil gitti, bir nesli kaybettik biz 28 Şubat’ta. Onun sıkıntılarını hala yaşıyoruz. Kim ister, oğlunun evliliğinde , oğlunu orduevinin dışından seyretmek, kapının dışında gözleri yaşlı bir şekilde bakakalmak? Başörtülü diye tedavisi yapılmayan hastaların olduğu günlere geri dönmek? Okullarda namaz kılıyor diye Uğur Dündar zihniyetindekilerin öğrencileri “irtica” söylemleriyle suçlu durumuna düşürüldüğü, başörtülü kız öğrencilerin suçlu muamelesi gördüğü, ezildiği zamanlara dönmek…Bunlar istenecek şeyler mi? FETÖ’cü darbelere olduğu kadar ETÖ’cü darbelere, Kemalist darbelere de karşıyız, karşı olmalıyız. Bu millet Ergenekoncu/ Kemalist darbelerden de çok çekti; hala çekiyoruz. Bunlara göre Müslüman görünümünün bütün kamu alanlarından, her yerden uzaklaştırılmalı. FETÖ’cülerden kurtulurken ETÖ’ye (Ergenekon Terör Örgütü: Ergenekon bir zihniyettir, kelimelere takılmayalım. )kendimizi kaptırmayalım.

                Hükümetin askeri liseleri kapatması bu konuda çok isabetlidir. Askeri bir çeşitliliğin olması, aynı tornadan geçmiş, belli ideolojik kalıptaki  kişilerin askerlik yaptığı bir yapı olmamalıdır ordu. Ordunun belli kalıp içindeki askerlerin görev yaptığı bir yapıdan uzaklaştırılması çok önemli. Her ideolojiden, her düşünceden insanın görev yapabildiği bir orduyu özlüyorum. Peygamber ocağı dediğimiz bir yapıda Müslümanlığını yaşayan bir rütbeli/rütbesiz askerlerin dışlanmadığı, Müslümanlıkla sorunu olmayan, milletin ordusu olan, milletiyle zıtlaşmayan, milletin değerlerine saygılı olan, hatta içselleştiren bir ordu, bu millete çok mu? 15 Temmuz’da milletin nasıl bir ordu istediği belli olmadı mı? Tankları, milletin üstüne süren, uçaklarla milletin meclisine, cumhurun başkanına bombalar atan bir ordu istemiyor bu millet. Milletini “it sürüleri” olarak görmeyen bir ordu istiyor milletimiz. Milletin üzerine “çöken”, milletini “hayvan” olarak gören bir ordu İstemiyor bu millet. ”Ya Allah, bismillah, Allahu Ekber” diyen milletine kinle, intikamla bakan bir ordu istemiyor bu millet. Bu millet, FETÖ’cülerin dediği gibi “it sürüsü” değil; bu millet, mübarek, eli öpülesi bir millet. Bunu 15 Temmuz’da ispatladı, daha önceleri de ispatladığı gibi.

                Bu millet,  ordusunun artık kendisine silah doğrultmadığı bir ordu istiyor. Kendisini dış düşmanlara karşı koruyan, sadece buna odaklanan, namusunun, vatanının, bayrağının bekçiliğini yapan, gücünü dış güçlerden, dışarıdan değil milletinden alan bir ordu istiyor. Bunu başarabiliriz. 15 Temmuz başarabileceğimizi gösterdi.

                Ordunun demokrasiyi, millet iradesini içselleştirdiği, millet iradesinin önemini idrak ettiği, hakimiyetin kayıtsız   şartsız milletin egemenliğinde olan bir anlayışı özümsemesi gerek. Artık yumruk/silah gücüyle bu millete istenilen yaptırılamayacağı kabul edilmeli. Resmi ideolojinin dayatıldığı, jakoben ittihatçı, tek tipçi bir anlayışın emrinde olmamalı ordu. Böyle bir ordudan  bu milletin nefret ettiği bilinmeli. Zorla güzellik olmaz. Millet ne derse o. Millet, Müslüman bir ordu istiyor. Dindarlığın “suç”  kabul edilmediği bir ordunun yanında olur bu millet. Ordu, milletin emrinde olmalı. Ordu-millet el ele boşuna dillendirilmiyor. Ordu, milletin ordusu olmalı; milletin değerlerinin yok sayıldığı bir ordu anlayışı bu milleti yaralar ve birlik/beraberlik gerçekleşmez. Millete ikide bir “balans ayarı” çekildiği bir ülkede, hakimiyet millette değil demektir. Hani, ”Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindi. ”

                Demokrasi, milletin hakimiyeti, sözünün geçtiği bir yönetim şekliyse, bu balans ayarlarıyla bu milletin hakimiyeti istenmiyor demektir. Millete balans ayarı yapılan bu  toplumda demokrasi de özgürlükler de yok demektir. Sonra da demokrasiden bahsedeceğiz. Milletin değil, ordunun sözünün geçtiği bir yerde demokrasiden bahsedilemez. O yüzden ordunun topluma balans ayarı değil, toplumun orduya balans ayarı çekmesi gerek. Ordu, milletin ordusu olmalı;  belli bir ideolojinin ordusu değil. Vatanın, bayrağın, canın, malın, bağımsızlığın korunması söz konusu olduğunda devreye girmeli ordu; içe karşı değil dışa karşı…

                Mesela, namaz kılan bir insandan, eşi başörtülü bir komutandan korkmamalı ordu ve bunu suç saymamalı. İslam, sadece vicdanlarda yaşanan bir olgu değildir.  Bu milletin değerlerine, inançlarına, yaşayışına karşı bir savaş ilanı gibi görülmemeli laiklik. Din, vicdanlara hapsedilen bir gerçek  değildir. Din, toplumda namazıyla, orucuyla, kurbanıyla, ezanıyla görünen bir şeydir. Bunu görünmez kabul edebilmenin, dinin ruhuna aykırı bir şey olduğunun kabul edilmesi gerekir. Kamu kurumlarında bir Müslümanın namaz kılmamasını bekleyemezsiniz siz. ”Ne var canım, çalıştığı  iş yerinde namaz kılmayıversin. ”  diyemezsiniz. Derseniz sorun  çıkar. Demokratik bir anlayışa sahip olmadığınız anlaşılır. Özgürlükçü bir anlayışa sahip olmadığınız belli olur. Laikliği, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, bütün dini  yapılara aynı mesafede olmasını anlıyorsanız , ki olabilir,  o zaman insanların ibadetiyle, başörtüsüyle değil, işini kanunlara, prosedürlere uygun yapıp yapmadığına bakacaksınız. Her şey kanunlara uygun olarak yapılıyorsa mesele kalmamış demektir.

                Polisimizin  de demokrasinin yanında olarak halkımızla el ele vermesi 15 Temmuz’un önemli görüntülerinden biriydi. Polisimizin, milletin yanında, milletle beraber olduğunu sevinerek gördük. Polisimizde çok önemli gelişmeler olmuş. FETÖ’cü polisler olmasına rağmen, çoğunlukla temizlendi bunlar. Zaman içinde daha da temizlenecek. Ama etkileri yok oldu. Bu anlaşıldı. Darbeci FETÖ teröristlerine gereken cevabı çok güzel bir şekilde verdi. Daha da milletle el ele olmanın yollarını arayacaktır polisimiz. Demokrasinin, milletimizin, millet iradesinin yanında olduğunu gösterdi polisimiz.

ANLAYIŞ MESELESİ    

                Darbelerin sözünün edilmediği, darbe sözcüğünün ağızlara alınmadığı, tiksinilen bir kelime olmalı darbe. Bu anlayışı toplumun her kesiminde geliştirmeliyiz. Özelikle de ordumuzda, polisimizde. Ordu içinde darbe yapmaya meyilli bir damar her zaman olmuştur. Çünkü silahı elinde tutan insanların “güç bende” diyerek güç zehirlenmesine yakalandıkları bir gerçek. Bunlar çoğunluk içinde çok azınlık olmalı ve üst rütbelerde olmamalı.

                                Bu bakımdan polisimizi her bakımdan güçlendirmeliyiz. Ağır silahsa ağır silah, füzeyse füze…İnsanların on metre tepesinden uçak uçurmayı düşünmemeli üniforma giymiş bir hain. Anında indirilebilmeli. Tankları yürütememeli bir hain,  ellerinde bayraktan başka bir şeyi olmayan  milletin üzerine. Anında durdurulmalı.

                Ordunun sivil denetimlere açık olması önemli. Sadakat ve liyakat ilkesiyle hareket edilmeli. Sadakat; milletine, devletine, bayrağına, vatanına sadakat olmalı. Liyakat, işe layık olan görevlendirilmeli. Liyakatı olup sadakati olmayanı görevlendirmemeli. Milletine, bayrağına, vatanına sadık olmayanın liyakati olmuş neye yarar? Sadakati var ama liyakat sahibi değil, ehil değil; o görevde olmamalı. 15 Temmuz’u yapanlarda hem sadakat yoktu, hem de liyakat yoktu; soruları çalan, ülkesine, milletine sadık olmayan insanların bu orduda yeri olamaz.
Allah bir daha bu millete 15 Temmuz’lar yaşatmasın. Amin.




Hiç yorum yok: