15 TEMMUZ DÜŞÜNCELERİ
15 Temmuz’da darbeden de öte bir
“olay” yaşadık; darbe olarak tam olarak adlandırılamaz. Eksik kalır darbe
tanımı. Bütün göstergelerin iyi seyrettiği, büyüme oranlarında ABD ve AB’ye
bakıldığında mukayese edilemeyecek derecede iyi olduğu, hak ve özgürlüklerin
adeta “sınırsızca” kullanıldığı bir dönemdeydi Türkiye. Bütün bunlara rağmen
problemlerden azade bir ülke miydi Türkiye? Kimse bunu iddia etmiyor. Problemsiz bir ülke gösterilebilir mi şu dünyada? Yeryüzü
problemsiz değil; çünkü cennet değil dünya. Ama darbe yapılabilecek “haklı” ve
“ somut” bir gerekçe de yoktu ortada. Yani darbenin haklı olabileceğini
söylemiyorum kuşkusuz. Ama buna rağmen araştırıldığında darbe yapmayı
gerektirecek bir unsur da yoktu ortada. Türkiye kötüye mi gidiyordu? Bırak buna
halk karar versin. Dış politikada yanlış kararlar mı alınıyordu? Bunun kararını
demokrasiye sahip çıkan millet alsın. Hak ve özgürlüklerde bir gerileme mi söz konusu?
Hak ve özgürlükleri bizatihi yaşayan millete bunu soralım. Ben demokrasiyi, milletin
tercihlerini, hak ve özgürlükleri neyse o, onları takmıyorum, ben kendi
fikrimin, değerlendirmelerimin doğru olduğuna inanıyor ve bunu milletin de
kabul etmesini istiyorum, ”ben haklıyım” diyerek silahlı bir şekilde toplumun
tercihlerine ipotek koyuyorsan, orada “dur” bakalım. Millet de zaten bu
anlayışa dur dedi.
DARBE ENDİŞESİ
Bu millet hep darbe korkusu ile
yaşamak zorunda mı? Darbelere son diyemeyecek miyiz? Darbe kabusları ne zaman
sona erecek? Ne yapmalı, ne etmeli ki bu sorunlardan uzak, kafamız salim yaşayalım?
FETÖ’den önce BTÖ (Bölücü terör örgütü PKK) vardı? FETÖ’den sonra da bir başka
derin yapı, örgüt yine olacak. Coğrafyamız zorlu bir coğrafya, Anadolu
coğrafyası…Bizi yalnız, kendi başımıza bırakmayacaklar, bizi emirlerine amade
bir biçime sokmak, emir alabilir halde bırakmak için ellerinden gelen her şeyi
yapacaklar. Hangi siyasi bir kararı
alsak, birilerinin ayaklarına basıyoruz, birilerinin çıkarlarına dokunuyoruz. Kendi
başımıza siyaset yapabilecek, kararlar alabilecek halde olmamız istenmiyor. Hangi
masum, hangi normal bir karar alsak birilerinin dikkatini çekiyor. Birileri
derken üst akıl dediğimiz emperyalizmin, kapitalizmin dünyada hakim olmasına çalışan bir akıldan
bahsediyorum.
Durup dururken, bütün
göstergeler iyiyken, Türkiye’de dünyada gelişmesini diğer Batılı ülkelere göre
çok daha iyi bir konumdayken, uykuda basıp şafakta asmaya çalışıyorlar. Gezi
operasyonu, MİT operasyonu, MİT tırları,
17/25 Aralık operasyonları, parti kapatma davaları, muhtıralar, 28 Şubatlar, 15
Temmuzlar bitecek gibi görünmüyor. Rahatsız edilmeye, huzursuz edilmeye devam
edilecek bu millet anlaşılan. Yapılabilecek
şeyler düşünülüyor hemen.
BİR DARBE NASIL OLUR?
Günümüz gençliği “şanslı”
sayılabilir! Canlı canlı bir darbeye tanıklık etti. 28 Şubat postmodern darbesi
bugün liselerde okuyan gençlik için bir tarih. Annesinden babasından
duyduklarını biliyor; yaşamadılar onu. Gençliğin darbeler ile tanıklıkları yok;
şanssızdılar 15 Temmuz’a kadar. Tanklı, ağır silahlı, uçaklı, bombalı bir
darbenin ne olduğunu bilmiyorlardı. Şimdi biliyorlar! Biz de bu kadarına, böylesine
tanıklık etmemiştik doğrusu. Bu darbe girişimi, bütün kanallarda canlı kanlı
bir şekilde naklen yayımlandı, akıllı cep telefonlarına kaydedildi. ”Darbe”
nedir, amacı nedir, günlük hayatta askeri çağırabilecek ne gibi olumsuzluklar
olmamasına rağmen niye asker kılıklı FETÖ
teröristleri niçin ülkeye el koymaya “milli irade”yi sindirmeye niçin
niyetlendi? Demokrasi Batının bir oyunu
muydu yoksa? Milli irade diye bir şey yok muydu, kendimizi mi avutuyorduk? Milli
irade, yoksa arada sırada Batının menfaatleri doğrultusunda yok sayılabilir miydi? Sandıklarda “oy”
dediğimiz şey önemsiz bir şey miydi?
15 Temmuz, milli irade denen
şeyin ne olduğunu günümüz gençliğine acı da olsa öğretti. ”Oy”una sahip
çıkmanın ne demek olduğunu, milli iradenin boş bir şey olmadığını gösterdi. Demokrasinin
bir oyun ol(a)mayacağını, ”göbeğini kaşıyan adam”, ”bidon kafalı”, benim oyum
köylüyle aynı olabilir mi diyen adamlara çok güzel bir şekilde anlattı. Darbelerin
öyle kolay yapılamayacağını, cesetlerin çiğnenmeden bunun
gerçekleştirilemeyeceğini elitistlere, Batıcılara, Natoculara, resmi ideoloji
çığırtkanı darbecilere, yabancılaşanlara, zombi ve mankurt olanlara gösterdi. Darbenin
ne demek olduğunu bilmeyen nesillerden, darbeyi önleyen nesillere…Büyük bir
gelişim ve değişim…Bunu, kendisine bidon kafalı diyenlere öğreten bir nesil bu.
Esas bidon kafalıların kim olduğunu gösteren bir nesil…
Bu nesil de darbeyi gördü! Demek
ki darbede tanklar sokaklara, caddelere iniyor, uçaklar on metreden “alçak”
uçuş yapıyor, Millet Meclisi, Cumhurbaşkanlığı, özel harekat polisleri, emniyet
binaları bombalanıyor, köprüler tanklarla tutuluyor, askerler silahsız
insanların üstüne atış talimi yapıyor, vatandaşlar gebertilecek “it”ler olarak
görülüyor.
28 Şubat sürecinde Ankara’da
Sincan’da tankların yürütüldüğünü gördük. Hatta görüntülü medyanın daha iyi
resim alabilmesi için tankların tekrar yürütüldüğüne de şahit olduk. Ateş
edilmedi ama bir iktidar değiştirildi. Onun için Postmodern darbe dendi 28
Şubat’a. Orada anladık ki, darbe tanklarla yapılıyormuş. Orada uçaklar
kullanılmamıştı, bombalar atılmamıştı, Meclis, Cumhurbaşkanlığı, güvenliği
sağlayan polislere bomba atılmamıştı, ama niyet gerçekleşmişti. 15 Temmuz’da
bunların hepsini gördük; hunharca, gaddarca, alçakça…Bundan sonra eğer
caddelerde, şehrin ortasında tank görürsek, bilin ki darbe oluyordur, şehrin
göbeğinde uçaklar kulak zarlarını patlatırcasına “alçak”tan uçuyorsa anlayın ki
darbe yapılıyordur; köprüler tanklarla kesilmişse darbenin içindeyiz demektir. O zaman ne
yapılması gerekiyorsa yapılmalıdır. Demokraside normal hayatta tankların yeri
yoktur. Caddelerde tanklarla arabaları, insanları ezen bir görüntü olamaz. Oluyorsa
darbe yapılmaya demektir.
Bazıları darbe olduğuna
inanamadı; inanamadık. Bunu yaparlar mı, yapabilirler mi dedik. Gözlerimizle
gördüğümüz halde inanmakta zorluk çektik. Boğaziçi Köprüsü’nün bir tarafı
kapandığını haber olarak aldığımızda, aklımıza hemen darbe gelmedi. Ama iş daha
sonra hemen anlaşıldı. Darbelerin nasıl gerçekleştiğini, darbelerde nelerin
yapılacağını gözlerimizle gördük, yaşadık. Demek ki darbe böyle bir şeymiş. Bu
bakımdan darbe denen alçaklığı yakinen öğrendik. Bundan sonra daha hazırlıklı
olacağız herhalde.
DARBEYİ ÖNLEDİK Mİ?
Gerçekten inanılacak gibi değil.
Bir darbeyi millet olarak önledik. Rüyada gibiyim. Yaşadıklarımız bir film
değil, bizatihi yaşadığımız bir gerçeklik. Bunun önlendiğini Batı da Amerika da
kabullenemedi. O kadar güveniyorlardı ki, bu darbenin başarısız bir darbe
olacağını akıllarına bile getirmemişlerdi. Onlar da bizim gibi bir rüya
alemindeler. Ama onlarınki başka bir rüya! Nasıl olur da başarısız olduk hesabı
onlarınki, oysa her şeyden emindiler. 17-25 Aralık yargı-polis darbesinde
Amerikan büyükelçisinin ( Ricardione) dediği gibi “Bir imparatorluğun çöküşüne
tanık oluyorsunuz. ”Türkiye’nin çöküşünü bekliyorlardı 15 Temmuz’da. Belki de
tarihten silinmesini. Çok şükür ki kaderin üstünde bir kader, oyunların üstünde
bir oyun vardı. Bu oyuna Allah, millet eliyle izin vermedi. Şehitlerimiz birlik
ve beraberliğimizi bereketlendirdi. Onların bereketiyle oyun bozuldu.
MİLLİ BİRLİK VE BERABERLİK
Çok söz edilen, kalıplaşmış
sözlerden “milli birlik ve beraberlik”Bunu ağzımız alışmış bir vaziyette
şimdiye kadar çok söyledik. Altı doldurulmamış, soyut bir kelimeler kalıbı
olarak ezberlerimizdeydi. Bu 15 Temmuz gecesi değişti, ete kemiğe büründü, bir
gerçeklik olarak karşımıza çıktı. ”Asım nesli” namusunu çiğnetmedi
çiğnetmeyecek düşüncesi gerçekleşti.
Mehmet
Akif’in,
Girmeden tefrika
bir millete, düşman giremez;
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez. ”
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez. ”
mısralarında olduğu gibi yüreklerimizi toplu atar hale getirmemiz gerekiyor. Bunu
15 Temmuz’da millet olarak ispatladık. 7 Ağustos’ta da Yenikapı mitinginde
taçlandırdık.
15 TEMMUZ’DA MİLLET OLDUK!
Bir liderin peşinde darbelere nasıl karşı geleceğini
öğretmiş şehid ve gazi bir millet var karşımızda. ”Eli öpülesi” bir millet. 15
Temmuz gecesi biz MİLLET OLDUK. Milletin ne demek olduğunu, millete küçümseyici,
kinci bakışlarla bakan mankurtlara, milletine yabancılaşanlara kanımız pahasına
öğrettik. MİLLET olunabiliyormuş demek ki…
Millet olduğumuzu, Recep Tayyip Erdoğan’ın
liderliğinde bu milletin ferasetiyle, cesaretiyle, göğsünü alçaklara siper
etmesiyle gösterdik. Mehmet Akif’in İstiklal Marşı’nda “Siper et göğsünü, dursun bu hayasızca akın! ”
dediği gibi, bu hayasız akınları bu millet imanlı göğsünde söndürdü. Cumhurbaşkanımız
Recep Tayyip Erdoğan’ın dediği gibi, ”Çılgın Türkler” değil, ”İmanlı Çılgın
Türkler! ”Bunu sadece çılgınlıkla izah edebilmek mümkün değil. Türkleri imandan
soyutlamak da ne kadar gayret edilirse edilsin mümkün değil. O gece atılan
sloganlara bakıldığında, ”Ya Allah, bismillah Allahu Ekber” sözlerinin çokça
tekrar edildiğini görüyoruz. Şehadete koşanların yakınlarından ve gazi
olanlardan öğrendiğimize göre, şehadet şerbetini içmek için caddelere, sokaklara
çıkıldığını, yakınlarından helallik alındığını anlıyoruz. Salalar, ezanlar bu
işin maneviyat yönünü, İslami yönünü çok açık bir şekilde herkese duyuruyor.
Bu milletin mayası sağlam; mayası İSLAM. Bunu herkes
çok açık görüyor; kimse inkar edemez. ”Allahu Ekber! ” ifadesinden korkan, bu milletin içinde yaşayan zombi/ mankurt
olmuş hain ve alçaklara yapacak bir şeyimiz yok. Onlar kendi çukurlarında
debelenip duracaklar; onlar millet olmanın ne emek olduğuna hep yabancı
kalacaklar. Onlar bu millete “göbeğini kaşıyan adam”, ”bidon kafalı” gibi
hakaretvari şeyler söylemeye devam edecekler. Namazlarını kılacakları kimseleri
de yanlarında bulamayacaklar. Bu millet onlara haklarını da helal
etmeyeceklerdir.
15 TEMMUZ ŞEHİDLERİ
Artık yakın tarihte çocuklarımıza anlatabileceğimiz, onların
da şahit oldukları, birebir yaşadıkları, ”kanlı-canlı” bir “tarih” var. Çanakkale
şehidlerini hep duyduk, okuduk, filmlerini izledik. Bu savaşın ne kadar önemli
olduğunu, bir ölüm-kalım mücadelesi olduğunu, ne kadar fedakarlıklarla
kazanıldığını okuduk, duyduk. Bugünkü nesiller için “uzak” bir tarihti. Tarih
olması hasebiyle bugünkü nesillerimiz için etkileyiciliği belli bir oranda
takılıp kalıyordu. Çanakkale’ye gidenlere, oradaki görevliler bütün
samimiyetleriyle Çanakkale savaşını ve zaferini aktarmaya çalışsalar da sonuçta
bizim “yaşamadığımız”, ”hissetmediğimiz” bir durumdu, ”tarih”ti. Okunup
geçilebilecek, sonra unutmaya yüz tutacak bir “zafer. ”Akılı cep telefonlarla, bilgisayarlarla,
oyun konsollarıyla büyümüş bir nesil için bir tarihti sadece o kadar!
Şimdi ise bizatihi
günümüz gençliğinin, insanının şahit ve
şehid olduğu, içinde bulunduğu, bizatihi günümüz insanın yazdığı bir tarih
vardı ortada: 15 Temmuz. Günümüz insanının yaşadığı, yazdığı, öldüğü, gazi
olduğu bir zafer! Genciyle, yaşlısıyla, erkeğiyle kadınıyla, çoluğuyla
çocuğuyla…Cep telefonlarıyla, kameralarla, güvenlik kameralarıyla adeta her
anının kayda alındığı bir tarih ve zafer…Ölürken, gazi olurken kendi cep
telefonlarıyla bu anlara şahitlik edildi. Ölüme, ölümlere tanıklık edildi. ”Sanal”
bir savaş değildi bu, ”gerçek” bir savaş…Kimsenin inkar edemeyeceği bir
savaş…Çanakkale, günümüz nesilleri için “uzak” bir tarih, okunulan bir tarih
idi, 15 Temmuz ise yaşanılan, içinde olunan bir tarih; sanal değil, kanlı-canlı
yaşanan, tanıklık edilen bir tarih…Günümüz insanın torunlarına, çocuklarına
anlatabilecekleri, içinde yaşadıkları bir tarih…
Çanakkale bir ölüm kalım mücadelesiydi. Bütün bir
küfür cephesi karşımızdaydı. Onbinlerce insanımızı kaybettik orada. Okuyan, geleceğin
yönetiminde söz sahibi olabilecek bir nesil kıyıma uğradı, uğratıldı. Çanakkale
geçilseydi, neler olabileceğini çok iyi idrak etmişti milletimiz. Onun için
seve seve canlarını verdiler. Önlerinde birçok arkadaşının öldüğünü görerek, birkaç
dakika sonra kendisinin de öleceğinin idrakinde olarak ölüme gitmişlerdi. 15
Temmuz’da da böyle oldu. Arkadaşının, yakınının, tanıdığının öldüğünü, yaralandığını
görerek gerisin geriye gitmediler. Ya şehidlik, ya gazilik…Caddelere, sokaklara
dağılan insanların tanıklıklarında bunu görüyoruz.
Bu nasıl bir şeydir böyle? Bile bile ölüme gitmek, yanındakinin
öldüğünü görerek geriye dönmemek, ölümden korkmamak…Bunun müthiş bir duygu
olduğunu kabul etmek gerek. Peki bu duyguyu veren nedir böyle? Ölümü öldüren, ölüme
“meydan okuyan” bu duyguyu anlayabilmek için bir “imanlı bir yürek” sahibi
olmak gerek. Bu duyguyu veren imanı hesaba katmadan bunu anlayabilmek zor. Tek
başına “vatan” demek açıklayıcı bir şey değildir. Herkesin bir vatanı var, ama
herkes vatanı için bu fekakârlığa katlanıyor değildir. Hele vatansızların (FETÖ’cülerin
özellikle) bu duyguyu anlamalarını beklemiyorum. Türkiye, sadece gidecekleri
toprak parçalarından biri onlar için. Türkiye olmazsa, başka bir ülke olur.
Vatan, bayrak kelimeleri önemli. Vatan denir ya, kuru
bir toprak parçası değil. Bayrağımız da sadece bir bez parçası değil. Hilal, İslam’ın
bir remzi, sembolü…Hilal, ebced hesabıyla Allah kelimesindeki harflerle aynı
oranda; yani hilal kelimesindeki harflerin yerini değiştirdiğinizde Allah
kelimesini bulabiliyorsunuz. Allah ve hilal kelimelerindeki sayısal oran eşit. Onun
için bayrağın yere düşürülmesi, İslamın yere düşürülmesi ile aynı görülür. Milletimizin
atmış olduğu sloganlara bakıldığı zaman, ”Ya Allah, bismillahi Allahu Ekber”
ifadelerinin çokça kullanıldığını, şehadete bu sözlerle gidildiğini görürüz. Bu,
Çanakkale Ruhu’yla aynı ruhtur; bizi kurtaran da bu ruhtur. Allah bizi bu ruhtan
ayırmasın; ayırdığı zaman zaten Türk milleti diye bir şey de kalmamış demektir.
“Vatan sevgisi imandandır. ”Bu imanı biz, 15
Temmuz’da gördük, çok şükür. Bu imanı
kaybetmemişiz. Şükredilesi bir durum. Caddelere, sokaklara insanları akıttıran
bu imanı küfür cephesi pek hesaba katmadı anlaşılan. Küfür cephesiyle aynı düşünce
kalıbına sahip imansız bir FETÖ profesörü ne demişti: “Ben siyaset profesörüyüm. Televizyon
ekranlarından bir ilan edin, sokağa çıkma yasağı var diye, bakın kimse sokağa
çıkıyor mu? Hocaların evleri cami avlusundadır, darbe oldu diye avludan camiye
bile gitmeye korkarlar. Bunlar kuru kalabalıklar. ”FETÖcü siyaset bilimci demek
ki böyle oluyor. Bunlar kendi halkını tanıyamamış, kendilerine biat etmedikleri
için halkını düşman gören sapıklar…”Bilim adamı” da savcısı da hakimi de, polisi
de sapık bunların…Allah ellerine düşürmesin…Ellerine düştüğün zaman, yapmayacakları
işkence, alçaklık, hainlik yok bunların. Asker kılığına girmiş teröristlerin
silahsız halkı öldürmeleri için verdikleri emir nasıldı: ”Gebertin, gebertin it
sürülerini. ”Marmaris’te Cumhurbaşkanının koruma polislerine yapmadıkları
işkence kalmamış. Niye FETÖ’ye iman etmediniz diye ellerine geçirdikleri
kendilerine karşı çıkan insanlara, çin işkencelerini aratacak işkencelerde
bulunacakları artık gizli değil. Bunlar, aslında kinlerini iman haline getirmiş
imansızlar. FETÖ'ye iman etmeyen insanlar, gözlerinde en büyük imansızlardır. Bu
imansızların, Allah’a iman etmemelerinin yanında vatan sevgilerinin olmamasını
çok görmemek gerek. Vatan sevgisi ne ki? Vatan, bütün dünya; Türkiye olmazsa, başka
yerler vatandır onlar için. Özellikle bazı “İslamcı sapık”lar için anavatan
Amerika’dır, Pensilvanya’dır. Bu, bir zamanlar, bizim değer verdiğimiz, "abi" dediğimiz bir “İslamcı sapık. ”Bunlar, vatanlarına bu kadar bağlı yaratıklar
yani. Vatan kavramını kafalarında oturtamamış “uzaylı” yaratıklar
bunlar…Bunlarda vatan sevgisi olmadığı için imansız olduklarını rahatlıkla
söyleyebiliyoruz. İman sahibi olsalardı, bu vatanın nasıl vatan yapıldığını, milyonlarca
insanın bu toprakları vatan kılabilmek için kanlarını seve seve döktükleri
gerçeğini ıskalamazlardı. Bu kadar vatan gerçeğinden uzaklar ve bu kadar millet
gerçeğine yabancılar…Bu millet içinde bir “uzaylı” gibi yaşıyorlar ve bir
uzaylı gibi yalnızlar. Yalnız olarak geberip gidecekler ne yazık ki…İmansız, vatansız
olarak “gübre” olup gidecekler.
DARBELERE
HAYIR!
Ne olursa olsun darbelere karşı çıkmak, çıkabilmek
önemli. Millet olarak darbelerle neler kaybedebileceğimizi 15 Temmuz gecesi bu
millet, liderinin önderliğinde bütün dünyaya gösterdi. Ne sivil ne askeri, ne
kurumsal olarak darbeleri söylemek değil, aklımızdan bile geçirmemek, ”darbe” sözcüğünü
dile getirenleri tükrüğümüzle boğmak gerekiyor millet olarak. Milli iradesine
sahip çıkan bir millet var artık Türkiye’de. Milletimizin bu aşamaya gelmesi
çok önemli. Demokrasiyi içselleştirdiğini, milli iradesine sahip çıktığını
gösteriyor bu . Bu demokrasimiz açısından büyük bir gelişmişliği gösteriyor. Bu
gelişmişlik, Batı ülkelerinde bile yok. Ancak Batı’nın anlayışında bu önemli
değil. Çünkü darbesever bir batıl(ı) bir dünya var karşımızda. Mısır’daki
darbeye darbe diyemedi sözgelimi. Batının İslam dünyasına, Türkiye’ye ikircikli
yanını hep biliyoruz zaten, bunu milletimiz de çok iyi anladı. Ama biz Türk
milleti olarak Batı’ya karşı sağlam ve dik durabilirsek, tefrikayı, ayrılığı
bırakabilirsek Batı’nın bu oyunları da tutmayacaktır. Nitekim tutmadı da. Ancak
bizim bu kararlılığımızı millet olarak göstermemiz gerekiyor.
Darbeler karşısında dik durmak, milli iradeye sahip
çıkmak, bu coğrafyada yaşayan insanlar olarak taviz vermememiz gerek.
DARBELERE KARŞI NASIL HAREKET ETMELİ?
Darbelere karşı bu millet nasıl hareket etmesi
gerektiğini, içimizdeki yabancılaşanlara, batıcılara öğrettiği gibi bütün
dünyaya da göstermiştir. Bu, bu millet için büyük bir deneyimdir. Menderes’i ve
bakanlarını astıklarında bu millet bir şey yapamadı; bunun ezikliğini, mahcubiyetini
hep içten içe yaşadı. Özal, şaibeli bir şekilde öl(dürül)düğünde elinden bir
şey gelmedi. Recep Tayyip Erdoğan’ı kurtlara, alçaklara teslim etmek istemedi. Ve
bir sözüyle millet, bütün caddeleri doldurdu. Tabii burada Recep Tayyip Erdoğan,
milletin kaderiyle kaderini birleştirmiş bir semboldür, figürdür. Erdoğan, bir
milletin kaderi haline gelmiş; bunu bu millet çok iyi gördü.
Erdoğan, bu milletin değerlerini, inançlarını, geleceğini,
birliğini, beraberliğini, bağımsızlığını temsil eden bir anlayışı/zihniyeti
temsil ediyor. ”Uzun adam” olmasından dolayı peşinden gitmedi, gitmiyor bu
millet. ”Uzun adam” bir sembol; o sembolde millet kendisini gördü ve o sembolün
peşinden gitti. Onun için “Dik dur eğilme, bu millet seninle” dedi halk her
daim. Dik durmasaydı, bu millet onun arkasından gider miydi? Şimdiye kadar dik
durmayan, tankları görünce kaçan, millette bir karşılığı olmayan siyasetçilerden
çok çekti bu millet. Onun için ikide bir meydanlara Erdoğan’a karşı bu “dik
durmak” ile ilgili sloganlar çokça tekrar edildi. O da, ”Biz ancak rükuda
eğiliriz” cevabını verdi her zaman. Dik duramayan siyasetçilerden nefret etti
bu millet. Uzun adam’ın peşinden bu yüzden gitti millet; yoksa boyunun
uzunluğundan değil! Ne diyordu 15 Temmuz gecesi televizyonlara bağlandığında
“ölümüne, ölümüne”…”Biz kefenimizi giyerek çıktık bu yola. ”Bunlar boşuna
söylenmiş, öylesine sözler değil.
FETÖ TERÖRİSTLERİ
15 Temmuz darbe girişimi FETÖ’nün ne kadar tehlikeli
bir yapı olduğunu ortaya koymuştur. Silahlı terör örgütü olduğu çok açık ve net
bir şekilde ortaya çıkmıştır. PKK’dan bile tehlikelidir, denildiğinde 15 Temmuz’dan
önce kimseler inanmıyordu adeta. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın
dışında bu tehlikenin farkına varan kimse de yoktu. Çok acı bir şekilde 249
şehidimizle ve 2000’i aşkın gazimizle bunu anladık. Şerlerden hayır çıkaran bir
anlayışa sahibiz çok şükür. Vatan, din, namus,
bayrak korunmasında şehidliğin olmazsa olmaz olduğunun da bilincindeyiz. İnancımız
budur:
”Bayrakları bayrak yapan
üstündeki kandır,
Toprak, eğer üstünde ölen
varsa, vatandır, ”
Bu vatan, bu Anadolu coğrafyası bin yıldır Müslüman
kanıyla yoğrularak “vatan” olmuştur.
”Bastığın yerleri toprak diyerek
geçme tanı;
Düşün altındaki binlerce
kefensiz yatanı. ”
“Şüheda fışkıracak toprağı
sıksan şüheda. ”
Bu topraklar, boşuna şehid kanlarıyla dolu değil. Toprağı
vatan kılan şey, şehidliktir. Gerçekten bu toprakları “vatan” kılmışız. Kanımızın,
terimizin neticesinde vatanlaştırmışız. Şehidlerimizin ruhaniyeti, yardımı hep
bizi diri tutan, bu topraklara bizi bağlayan şeydir. Vazgeçilebilir şey
değildir bu. Onun için çok değerlidir. Değerine paha biçilemez.
Bu değerine paha biçilemez vatanı, başkalarına peşkeş
çekmeye, şehid kanlarıyla sulanmış bu vatanı gözünü kırpmadan satmaya çalışan
zihniyettir FETÖ. Alçaklık, şerefsizlik, namussuzluk gibi kavramlar FETÖ teröristlerini
açıklamaya yetmez. Hainlik de hafif kalmaktadır. Hangi kelimeyle
anlatılabilecek bilemiyorum. Allah’ın Kur’an_ı Kerim’de, ”Onlar hayvanlar
gibidir, hayvanlardan da daha aşağılıktırlar. ” dediği şeye tekabül eder mi
acaba? Hayvan isimleriyle isimlendirsek hayvanlara hakarettir bu. Şeytan desek,
deccal desek, aşağının aşağısı desek yüreğimiz soğur mu acaba? Sanmıyorum. Şeytana
ruhunu satmış insanlıktan nasibini alamayan gürûh. Şeytan bile bunların yanında
masum kalır! Şeytan en azından iki yüzlü değil. Şeytan, ”Ben kullarını
aldatacağım Ya Rabbi, bana izin ver. ” dedi. Küfrünü apaçık ilan etti ve izin
istedi. Bu noktada Şeytan, FETÖ’ye göre “mert” bile sayılabilir! Şeytan “Ben
şeytanım” diyor ve şeytanlığını apaçık ilan ediyor. Ama FETÖ'cüler, girdiği
kabın, kalıbını almaktan çekinmeme açısından şeytana külahını ters
giydirebilecek bir yapıya sahip. Müslümanla Müslüman, solcuyla solcu, Kemalistle
Kemalist, milliyetçiyle milliyetçi, ateistle ateist…Girdiği kabın şeklini
almaktan çekinmeyen bir “inanç”, bir “din” anlayışına sahip. Farklı bir
din…İslam’la ilgisi olmayan bir din…Münafıklığı, ikiyüzlülüğü değil
çokyüzlülüğü “iman” haline getirmiş, dini sadece aldatmak üzere kullanan bir
inanç…Bu dinin tanrısı, Fetullah, bu dinin peygamberi de yine kendisi, yani
Fetullah…Allah adına, kendinizi saklamak
için namaz kılmayabilirsiniz, içki içebilirsiniz, eşinizi soyabilirsiniz, velhasıl
belli yerlere gelebilmek için hangi şekle girmek gerekiyorsa, o şekle
girebilirsiniz düşüncesiyle sapkın bir “din” anlayışını örgüt mensuplarına
enjekte eden bir “varlık/yaratık”, Fetullah…Bu
varlık, bağlılılarına ne istiyorsa yaptırabilecek bir seviyeye getiriyor. İçinden
çıktığı millete, milletin parasıyla satın alıp kendisine verdiği silahları
sıkabilen bir “zombi”, bir “mankurt”…
“GEBERTİN, GEBERTİN İT SÜRÜLERİNİ! ”
15 Temmuz gecesi bir komutanın emrindeki erlere
verdiği bir “komut” bu. Nasıl bir hınçtır, nasıl bir kindir, nasıl bir intikam
hırsıdır bu. Silahlara, tanklara, helikopterlere, uçaklara karşı vücudunu, gövdesini
siper eden bu millete, ”Gebertin, gebertin bu it sürülerini” diyebilecek kadar
insanlıktan, vicdandan nasibini almayan bu “yaratık”lar, nereden geldi, nasıl
yetişti böyle? Hangi haşhaş, hangi uyuşturucu bunları bu hale getirdi; kendisine,
toplumuna, inancına, insafına, vicdanına yabancılaştırdı? Bu milletin içinde
yaşayıp da bu kadar “izole” olabilmek nasıl gerçekleşti? Nasıl bir “din”
anlayışı? Bu dinin Tanrısı da peygamberinin de Fetulah’ın kendisinin olduğunu
söylemiştik. Ama bu toplumun içinde yaşayıp da bu toplumun inançlarından, vicdanından
uzaklaşıp zombi, mankurt haline nasıl getirilebiliyor “insan”lar? Nasıl bir
akıldır ki bunlara inandırılabildi? Masasında birlikte yemek yediği mesai
arkadaşını öldürebilecek bir insanlıkdışı alana nasıl kayabildi bu yaratıklar? İncelenmeye
değer.
SUYU ÜÇ DİKİŞTE BESMELEYLE İÇEN FETÖ TERÖRİSTİ
Bu da zombiliğe farklı bir örnek…Karşısındaki
silahsız vatandaşı, insanı, Müslümanı vurduktan, öldürdükten sonra susayıp da
yanındaki erden su alıp bunu besmeleyle oturarak suyu üç dikişte içen bir
zombiden, ”akıl”dan bahsediyoruz. Doğrusu normal insanın aklının alabileceği
bir şey değil bu. Aklı, insafı, vicdanı zorlayan bir durum. Karşısındaki
silahsız insanı ne olarak görüyor acaba FETÖ teröristi? Hiç çekinmeden, düşünmeden
silahsız bir insanı, vatandaşı vuruyor, öldürüyor, sonra da sanki bir insanı
öldürmemiş, hatta çok önemli bir görevi yerine getirmenin hoşnutluğuyla suyunu “sünnet”
üzere oturarak içiyor.
Şimdi burada sapıklığın, zombiliğin, vicdansızlığın
dibini buluyoruz. Saptırılmış bir din anlayışı, mantık, düşünce biçimi söz
konusu burada. Dinde “füruat” olan şeyler burada yer değiştirmiş, önem sıraları
tamamen değiştirilmiş. Besmeleyle oturarak suyu üç dikişte içmek, haksız yere
adam öldürmekten daha önemli hale getirilmiş. ”Bir insanın öldürülmesi, bütün
insanlığın öldürülmesi hakikati”, suyu üç dikişte oturarak içmekten çok daha
önemsiz bir şey. Bu öldürülen insanın; çok yakından tanıdığın, birlikte yemek yediğin,
içtiğin, ailecek birbirinizi ziyaret ettiğin biri olması çok da önemli değil; yeter
ki Tanrı diye kabul ettiğin, Tanrı’nın sözünden daha fazla itibar ettiğin
Fetullah sana emir versin. Tanrı ve Fetullah karşı karşıya geldiğinde, Fetullah’ın
sözü dinlenir; o ne de olsa Tanrı’yla da konuşmakta ve emirleri doğrudan
Tanrı’dan almaktadır. Hiçbir işi, Tanrı’ya danışmadan, Tanrı’yla konuşmadan
yapmamaktadır. (Onun Tanrı’sının ne olduğunu bilmiyorum. Ama Müslüman olarak
bizim yegane mabudumuz bir ve tek olan Allah(cc)’tır. )Öyle demiş ya Hakan
Şükür’e: ”Ben kendiliğimden mi konuşuyorum bunları? ” Cebrail(as)’i bile aradan
çıkarmış bizimki. Doğrudan Allah ile
konuşuyor ve O’nun emirlerini doğrudan şakirtlerine iletiyor. Doğru, kendiliğinden konuşmuyordur, emir
aldığı bir üst akıl vardır; ama bu üst
aklın, benim “yalnızca Allah’a ibadet
ettiğim ve yardım dilediğim” Allah(cc) değildir herhalde.
BİR
GAZİ KADIN: ONLARIN GÖZLERİNDE KARANLIĞI, KÖTÜLÜĞÜ GÖRDÜM
15 Temmuz Şehidler Köprüsü’nde, eski adıyla Boğaziçi
Köprüsü’nde tanklara ve silahlı teröristlere karşı direnen bir yiğit kadının
sözleri bunlar. Bunu başka gaziler de söyledi. Öldürmeye ayarlanmış, kendilerine
ne olursa olsun “öldürün” talimatı verilmiş bu robotik teröristlerin
yüzlerindeki o karanlık, korkunçluk değişik şahidlerce de dile getirildi ki
burası da önemli. Silahsız bir halka, bayraklarla, Allahu Ekber nidalarıyla
gelen halka acımadan ateş etmek, ettirmek bir gözü dönmüşlüğü, bir imansızlığı
işaret ediyor. Bu yaralı gazi kadınımızın feraset gözüyle gördüğü bir resim. Sanırım
Genelkurmay Başkanlığında, asker elbisesi giymiş FETÖ teröristlerinden birinin
vurduğu gazi bir vatandaşımızın söylediği şey de şu: ”Şehadet getir, bunu siz
çok iyi bilirsiniz. ” dedi beni vuran FETÖ teröristi. Bunu söylerken de alaycı
bir şekilde söylüyordu. ”Siz çok iyi bilirsiniz” ifadesi, bu halkın
inançlarıyla, değerleriyle aynı duyguları paylaşmadığını gösteriyor.
Teröristbaşı Fetullah Gülen, örgüt mensubu
teröristlere şöyle konuşuyordu: ”Dünyada satın alınamayacak adam yoktur. Sadece
fiyatları farklıdır. ”Kendisi de satın alınmış ki, ülkesini başkasına satmak
için bugünleri beklemiş. Neyle satın alınmış? Dünyada satın alınamayacak adam
olmadığına göre, kendisi de belli bir fiyatı satın alınmış demektir. Bunu ikrar
ediyor. ”Şecaat arz ederken merd-i kipti sirkatin söyler. ” hesabı suçunu, hayatını
kendi ağzıyla söylüyor. İnsan, teröristbaşının fiyatının ne olduğunu merak
ediyor; yoksa Mehdilik, Mesihlik mi vaad edildi kendisine?
ALTIN NESİLDEN KATİL NESLE
Teröristbaşı Fetullah Gülen’in geldiği nokta ibret
verici değil midir? Kendisi ve kendisine bağlı örgüt mensuplarının bu millet
tarafından nasıl vasıflandırıldığı ibretlik bir durumdur. ”Altın Nesil” diye diye gençleri uyuşturdu, aldattı, kendisine
bağlı mankurtlar haline getirdi gençleri.
NE YAPMALI?
Türkiye’deki Müslümanlar olarak işimiz o kadar kolay
değil bence. Devlette sızma ve devleti ele geçirme anlayışı ile hareket eden
yapılara karşı, bu “cemaat” olur, bir STK olur, bir dernek olur farketmez, teyakkuz
halinde bulunmak, sahih bir din anlayışı hakim kılmak gerekiyor. Devletin
yapacakları vardır muhakkak, ama bu tür zihniyetlerle mücadele etmek sadece
devletin işi değildir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın burada inisiyatifi alması
gerekir, ama ona da bu işi yıkmamak gerek. Bu konuda doğru bilgilendirme, doğru
dini inanış sahibi kılmak adına yapılması gereken şeyler konusunda rehberlik
edebilir.
FETÖ, kendisi dışında hiçbir yapılanmaya izin
vermeyen, kendisi dışındaki bütün yapıları düşman belleyen, bu yapıları ezmek, sindirmek
üzere faaliyet gösteren sapkın bir anlayış. Bu Anadolu coğrafyasında bütün
cemaat yapılanmaların, STK’ların, derneklerin birbirini ötekileştirmediği, düşman
olarak görmediği bir ortamın oluşturulması önemli. Devlete adam yetiştirme, devlete
sızma, devlette güçlenme, devlet gücüye bir şeyleri yaptırma anlayışlarına yer
verilmemeli. Bu, tabii ki Müslümanların ne olursa olsun devlet kademelerinden
uzaklaştırılmaları anlamını taşımıyor. 28 Şubat gibi bir zihniyeti, Müslümanlar
olarak tekrar yaşamak istemeyiz Türkiye’de. 28 Şubat da dindar insanlara karşı tertip edilmiş alçakça bir kalkışmaydı. 28
Şubat, devletten FETÖ’cüleri temizlemedi, aksine onları devletin her
kademesinde palazlandırdı. Çünkü Müslümanlığın dışında her kılığa
girebiliyorlardı çünkü. Hiç zarar görmeyen kesimdi diyebiliriz FETÖ’cülere
28 Şubat’ta. Bir nesil gitti, bir nesli
kaybettik biz 28 Şubat’ta. Onun sıkıntılarını hala yaşıyoruz. Kim ister, oğlunun
evliliğinde , oğlunu orduevinin dışından seyretmek, kapının dışında gözleri
yaşlı bir şekilde bakakalmak? Başörtülü diye tedavisi yapılmayan hastaların
olduğu günlere geri dönmek? Okullarda namaz kılıyor diye Uğur Dündar
zihniyetindekilerin öğrencileri “irtica” söylemleriyle suçlu durumuna
düşürüldüğü, başörtülü kız öğrencilerin suçlu muamelesi gördüğü, ezildiği
zamanlara dönmek…Bunlar istenecek şeyler mi? FETÖ’cü darbelere olduğu kadar ETÖ’cü
darbelere, Kemalist darbelere de karşıyız, karşı olmalıyız. Bu millet
Ergenekoncu/ Kemalist darbelerden de çok çekti; hala çekiyoruz. Bunlara göre
Müslüman görünümünün bütün kamu alanlarından, her yerden uzaklaştırılmalı. FETÖ’cülerden
kurtulurken ETÖ’ye (Ergenekon Terör Örgütü: Ergenekon bir zihniyettir, kelimelere
takılmayalım. )kendimizi kaptırmayalım.
Hükümetin askeri liseleri kapatması bu konuda çok
isabetlidir. Askeri bir çeşitliliğin olması, aynı tornadan geçmiş, belli
ideolojik kalıptaki kişilerin askerlik
yaptığı bir yapı olmamalıdır ordu. Ordunun belli kalıp içindeki askerlerin
görev yaptığı bir yapıdan uzaklaştırılması çok önemli. Her ideolojiden, her
düşünceden insanın görev yapabildiği bir orduyu özlüyorum. Peygamber ocağı
dediğimiz bir yapıda Müslümanlığını yaşayan bir rütbeli/rütbesiz askerlerin
dışlanmadığı, Müslümanlıkla sorunu olmayan, milletin ordusu olan, milletiyle
zıtlaşmayan, milletin değerlerine saygılı olan, hatta içselleştiren bir ordu, bu
millete çok mu? 15 Temmuz’da milletin nasıl bir ordu istediği belli olmadı mı? Tankları,
milletin üstüne süren, uçaklarla milletin meclisine, cumhurun başkanına
bombalar atan bir ordu istemiyor bu millet. Milletini “it sürüleri” olarak
görmeyen bir ordu istiyor milletimiz. Milletin üzerine “çöken”, milletini
“hayvan” olarak gören bir ordu İstemiyor bu millet. ”Ya Allah, bismillah, Allahu
Ekber” diyen milletine kinle, intikamla bakan bir ordu istemiyor bu millet. Bu
millet, FETÖ’cülerin dediği gibi “it sürüsü” değil; bu millet, mübarek, eli
öpülesi bir millet. Bunu 15 Temmuz’da ispatladı, daha önceleri de ispatladığı
gibi.
Bu millet, ordusunun artık kendisine silah doğrultmadığı
bir ordu istiyor. Kendisini dış düşmanlara karşı koruyan, sadece buna odaklanan,
namusunun, vatanının, bayrağının bekçiliğini yapan, gücünü dış güçlerden, dışarıdan
değil milletinden alan bir ordu istiyor. Bunu başarabiliriz. 15 Temmuz
başarabileceğimizi gösterdi.
Ordunun demokrasiyi, millet iradesini içselleştirdiği,
millet iradesinin önemini idrak ettiği, hakimiyetin kayıtsız şartsız milletin egemenliğinde olan bir
anlayışı özümsemesi gerek. Artık yumruk/silah gücüyle bu millete istenilen yaptırılamayacağı
kabul edilmeli. Resmi ideolojinin dayatıldığı, jakoben ittihatçı, tek tipçi bir
anlayışın emrinde olmamalı ordu. Böyle bir ordudan bu milletin nefret ettiği bilinmeli. Zorla
güzellik olmaz. Millet ne derse o. Millet, Müslüman bir ordu istiyor. Dindarlığın
“suç” kabul edilmediği bir ordunun
yanında olur bu millet. Ordu, milletin emrinde olmalı. Ordu-millet el ele
boşuna dillendirilmiyor. Ordu, milletin ordusu olmalı; milletin değerlerinin
yok sayıldığı bir ordu anlayışı bu milleti yaralar ve birlik/beraberlik
gerçekleşmez. Millete ikide bir “balans ayarı” çekildiği bir ülkede, hakimiyet
millette değil demektir. Hani, ”Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindi. ”
Demokrasi, milletin hakimiyeti, sözünün geçtiği bir
yönetim şekliyse, bu balans ayarlarıyla bu milletin hakimiyeti istenmiyor
demektir. Millete balans ayarı yapılan bu
toplumda demokrasi de özgürlükler de yok demektir. Sonra da demokrasiden
bahsedeceğiz. Milletin değil, ordunun sözünün geçtiği bir yerde demokrasiden
bahsedilemez. O yüzden ordunun topluma balans ayarı değil, toplumun orduya
balans ayarı çekmesi gerek. Ordu, milletin ordusu olmalı; belli bir ideolojinin ordusu değil. Vatanın, bayrağın,
canın, malın, bağımsızlığın korunması söz konusu olduğunda devreye girmeli ordu;
içe karşı değil dışa karşı…
Mesela, namaz kılan bir insandan, eşi başörtülü bir
komutandan korkmamalı ordu ve bunu suç saymamalı. İslam, sadece vicdanlarda
yaşanan bir olgu değildir. Bu
milletin değerlerine, inançlarına, yaşayışına karşı bir savaş ilanı gibi
görülmemeli laiklik. Din, vicdanlara hapsedilen bir gerçek değildir. Din, toplumda namazıyla, orucuyla, kurbanıyla,
ezanıyla görünen bir şeydir. Bunu görünmez kabul edebilmenin, dinin ruhuna
aykırı bir şey olduğunun kabul edilmesi gerekir. Kamu kurumlarında bir
Müslümanın namaz kılmamasını bekleyemezsiniz siz. ”Ne var canım, çalıştığı iş yerinde namaz kılmayıversin. ” diyemezsiniz. Derseniz sorun çıkar. Demokratik bir anlayışa sahip olmadığınız
anlaşılır. Özgürlükçü bir anlayışa sahip olmadığınız belli olur. Laikliği, din
ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, bütün dini yapılara aynı mesafede olmasını anlıyorsanız ,
ki olabilir, o zaman insanların
ibadetiyle, başörtüsüyle değil, işini kanunlara, prosedürlere uygun yapıp
yapmadığına bakacaksınız. Her şey kanunlara uygun olarak yapılıyorsa mesele
kalmamış demektir.
Polisimizin de
demokrasinin yanında olarak halkımızla el ele vermesi 15 Temmuz’un önemli
görüntülerinden biriydi. Polisimizin, milletin yanında, milletle beraber
olduğunu sevinerek gördük. Polisimizde çok önemli gelişmeler olmuş. FETÖ’cü
polisler olmasına rağmen, çoğunlukla temizlendi bunlar. Zaman içinde daha da
temizlenecek. Ama etkileri yok oldu. Bu anlaşıldı. Darbeci FETÖ teröristlerine
gereken cevabı çok güzel bir şekilde verdi. Daha da milletle el ele olmanın
yollarını arayacaktır polisimiz. Demokrasinin, milletimizin, millet iradesinin
yanında olduğunu gösterdi polisimiz.
ANLAYIŞ MESELESİ
Darbelerin sözünün edilmediği, darbe sözcüğünün
ağızlara alınmadığı, tiksinilen bir kelime olmalı darbe. Bu anlayışı toplumun
her kesiminde geliştirmeliyiz. Özelikle de ordumuzda, polisimizde. Ordu içinde
darbe yapmaya meyilli bir damar her zaman olmuştur. Çünkü silahı elinde tutan
insanların “güç bende” diyerek güç zehirlenmesine yakalandıkları bir gerçek. Bunlar
çoğunluk içinde çok azınlık olmalı ve üst rütbelerde olmamalı.
Bu
bakımdan polisimizi her bakımdan güçlendirmeliyiz. Ağır silahsa ağır silah, füzeyse
füze…İnsanların on metre tepesinden uçak uçurmayı düşünmemeli üniforma giymiş
bir hain. Anında indirilebilmeli. Tankları yürütememeli bir hain, ellerinde bayraktan başka bir şeyi
olmayan milletin üzerine. Anında
durdurulmalı.
Ordunun sivil denetimlere açık olması önemli. Sadakat
ve liyakat ilkesiyle hareket edilmeli. Sadakat; milletine, devletine, bayrağına,
vatanına sadakat olmalı. Liyakat, işe layık olan görevlendirilmeli. Liyakatı
olup sadakati olmayanı görevlendirmemeli. Milletine, bayrağına, vatanına sadık
olmayanın liyakati olmuş neye yarar? Sadakati var ama liyakat sahibi değil, ehil
değil; o görevde olmamalı. 15 Temmuz’u yapanlarda hem sadakat yoktu, hem de
liyakat yoktu; soruları çalan, ülkesine, milletine sadık olmayan insanların bu
orduda yeri olamaz.
Allah bir daha bu millete
15 Temmuz’lar yaşatmasın. Amin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder