Bu Blogda Ara

Türk Dili ve Edebiyatı sitesi, Edebiyat derslerine yardımcı,

29 Kasım 2019 Cuma

KİTAP, KİTAP HASTALARI VE KİTAP FUARLARI





                Kitaba aşina olanlar için,  kitap fuarları pek büyük anlamlar ifade eder,  hele hele kitap hastaları için kitap fuarları daha bir başka mekânlardır.  Kitap hastalarının,  hastalıklarının geçebileceği,  yani iyileşebileceği yerlerdir kitap fuarları.  Bu hastalıklarını teskin edecekleri yegâne yerlerdir.  Kitap hastaları,  bu tutkularını,  bu hastalıklarını ancak kitap fuarları ile tatmin edebilirler.  Kitabın bulunduğu,  kitabın teşhire açıldığı bütün yerler “kutsal”dır onlar için.  Bu kutsallık izafe ettikleri yerlere kitap hastalan uğramadan,  ziyaret etmeden,  kitapların hal ve hatırını sormadan edemezler.  Onların işidir kitaplarla haşır neşir olmak,  kitaplarla dostluk kurmak...  Kitap fuarları,  onların kitaplarla daha sıkıca irtibat kurdukları,  dostlarının daha yakından ve içten hatırlarını sordukları,  kitapları kokladıkları yerlerdir.  Kitap fuarları onlar için,  bulunmaz,  kaçırılmaz fırsatlardır,  kitaplarla daha içli dışlı olabilmek için...  Onlar kitabın değerini bilirler,  onlar kitabın ruhunu okurlar...Bu yüzden şefkatle,  sevgiyle,  saygıyla yaklaşırlar kitaba. .  Kitapları tutuşlarındaki şekil bile onların kitaplara ne kadar,  şefkatle,  sevgiyle yaklaştıklarını belgeler... Onlar kitaptan anlarlar.

                 Kitap hastaları için kitap bir tutkudur gerçekten.  Kitap hastaları derken,  bunu olumsuz bir yönde almamak gerektiğini hemen belirtmeliyiz.  Kitap hastalarının,  kitap hastası olmaları,  kitabı biriktirmek,  kütüphanelerini doldurmak için değildir hiçbir zaman. Olmamalıdır en azından.  Onlar,  değer verilmeyen,  değeri herkes tarafından anlaşılmayan kitapların sahipsiz,  kimsesiz,  alıcısı yokmuş gibi garip bırakılmalarına dayanamazlar.  Değerli kitapların, değersiz gibiymiş gibi hakaretlere maruz kalmalarını,  kitap hastaları,  kitap tutkunları içlerine sindiremezler; kitaba en büyük hakaret olarak görürler onlar böyle davranışları...

                Kitap,  bir tutkudur aşk derecesinde kitap hastaları için...  Kitaba aşkla bağlanmışlardır.  Aşk,  ama temiz,  saf,  güzel duygularla bezenmiş bir aşk...  Ve bu aşk,  hayat boyunca devam eden,   yoğunluğundan,  gücünden bir şey kaybetmeden süren bir aşktır. Kitapların değerinin yükselmesi,  astronomik rakamlara çıkması da pek etkilemez kitap hastalarını.  Değerli bir kitapsa, kitap fiyatının fazla olması,  cebini biraz zorlasa da kitap hastasının o kitabı almasına bir engel teşkil etmez: çünkü  onlar için,  hayatta hava,  su nasıl bir gereklilikse kitap da öyle bir gerekliliktir, vazgeçilmez bir ihtiyaçtır.  Güzel  ve yararlı bir kitap gördüklerinde,  kendilerini zorlayacağına bakmaksızın,  hatta bunu düşünmeksizin almaya çalışırlar.  Bu bakımdan da maddi güçlüklerle de karşılaştıkları bir ger çektir.  Ama buna aldırış da etmezler o kadar.  Önemli olan kitaplarına kavuşmaktır.

                Kitap hastaları için dedik,  kitap fuarları ayrı bir anlam taşır.  Bu yüzden nerede kitap fuarı varsa,  kitap hastaları da oradadır.  Gitmeyi eksik etmedikleri yerlerdir kitap fuarları...  Onların vazgeçmedikleri, vazgeçemeyecekleri mekanlardır kitap fuarları.  Bu yüzden açılışlarını sabırsızlıkla beklerler kitap fuarlarını...

                Acaba kitap fuarlarına bizim ilgimiz nasıl?..  Kitaba ilgimizin olması için ille de kitap hastası mı olmamız gerekiyor?  Kitapla ilgi kurmamız için ille de kitap hastası olmak gerekmiyor; kitaba gerekli sevgi ve saygıyı besleyelim,  yeter.  Ama diyeceksiniz ki bu sevgi ve saygıyı nasıl elde edelim?  Kaldı ki sevgi ve saygı gösterdiğimiz halde,  bu yeterli olmuyor.  Çünkü kitap alabilmek yalnızca sevgi ve saygıyla olmuyor,  parayla oluyor...  O da biz de yok (mu? ) diyorsunuz.  Kendimizi biraz zorladığımız zaman kitap almaya da az çok durumumuz müsait olacaktır; içimizde yoksa bu,  zengin de olsak,  bir işe yaramayacaktır.  Şu soruyu soralım kendimize: "Kitabı gerçekten seviyor muyum? " Kitap seviliyorsa,  kitaba değer veriliyorsa,  kitaba ulaşmaya engel olan mazeretlerin çoğu önümüzde duramayacaktır.  “Kitap hastası”  olunsun demiyoruz,  diyemiyoruz,  ama kitaplarla da ilgi kurulsun,  kitaplara soğuk bakılmasın,  az da olsa alıp okunsun diyoruz.

                Kitap,  bizim bir başka silahımız; hatta en önemli silahımız!  Çünkü ilme,  bilgiye bu yolla ulaşılabilir.  Ayrıca kitapsız bir kültürün,  medeniyetin insanları da değiliz biz.  Hakim sistemin "kitapsız" bir dünya kurması düşüncesine, kitaplarla karşı koyabiliriz. Yani kitap okuyarak,  bilgilenerek... Bu silahımızı elimizden almak isteyenlere en büyük tepkimiz kitaba gereken değeri vermek ve kitap okumak olmalıdır. Bu yüzden  “oku” emr-i ilahisini hayatımızın düsturu haline getirmeli, “beşikten mezara” ilmin, bilginin peşinden koşmalı ve bilgilendiğimiz hususları hayatımıza tatbik etme noktasında gayret içinde olmalıyız.




GÖSTERİŞ




                Gösteriş. . .  Göstermek fiilinden türemiş.  Bir büyüklenme,  bir gurur,  kendini pahalıya satma,  pahalı,  değerle olduğunu gösterme. . .  bu demektir gösteriş.  Çağımız bir gösteriş çağı oldu.  Herkeste böyle bir sevda var.  Gösteriş,  çağımızın modem insana bulaştırdığı bir hastalık. ,  modern hastalıklardan bu modern hastalığa tutulmayan yok gibi. Nasrettin Hoca'nın bir fıkrasında,  "Ye kürküm,  ye! " dediği gibi,  insana değil de,  "kürk"e,  dış görüşe önem veriliyor çağımızda.  Kim daha güzel,  daha alımlı,  daha çalımlı,  daha gösterişli gösterirse kendisini,  o beğeniliyor,  o seçiliyor,  o itibar görüyor,  insanın içine değil,  dışına rağbet var çağımızda.  İnsanı düşündüren ve kaygılandıran bir mesele bu.  Herkesi düşündürmesi gereken bir hastalık.  Ve bu hastalık,  gitgide,  insanlann bünyesine "doğal" bir şey gibi yerleşmeye başladı.


                İnsanlar,  niçin gösteriş yapar,  niçin insanlarda böyle bir merak var?  Gösteriş meraklısı bir insan,  neyi ispatlama peşinde?  Kişiliğini mi kanıtlamak istiyor,  kişiliğinin zayıf taraflarını mı saklamak istiyor veya gösterişle elde edeceği bazı menfaatleri mi var?  Bunlann hepsi,  gösteriş meraklısı bir insan için sorulması gereken sorular.  Bir de gösteriş yapmak için gösteriş yapan gösteriş meraklıları var.  Doğrusu,  bu gösteriş meraklılannın hepsi bir alem,  bir başka dünya. . .  hepsinden önemlisi bir hastalık bu. ,  klinik vak'a olarak bu hastalığı belirtmesek bile ona yakın bir hastalık çeşidi.

                Gösteriş meraklısı bir insan,  bir şeyi,  bir şeyleri kanıtlama peşinde herhalde.  "Gösteriş" sözcüğü için sözlükte şu bilgi veriliyor.  Gösterme işi veya biçimi.  Başkalannı aldatmak,  şaşırtmak,  korkutmak veya kendini beğendirmek için birinin yaptığı yapay davranış.  Göze çarpıcı nitelik, göz alıcılık.  Buradaki anlamların hepsi,  önemli.  Özellikle ilgilendiğimiz ise "yapay davranış" ifadesi. . .  Bu üzerinde durulup irdelenmesi gereken önemli bir ifade.  Psikolojiyi de çok yakından ilgilendiren bir mesele.  Sosyoloji de işin içine karışıyor.  İnsanlar,  artık birbirlerine karşı yapay davranıyorlar,  yapay sözcüklerle konuşuyorlar,  yapay ilişkilerle birbirlerini aldatıyorlar.  İşte "gösteriş” ten kastımız bu.
Gösteriş,  insanı,  yapay hareketlere,  davranışlara,  ilişkilere,  düşüncelere yöneltiyor.  Yapay bir şeye insanlar niçin yaklaşıyorlar?  İnsanlar arasında "doğal" davranışların,  konuşmaların,  ilişkilerin olması gerekmez mi?  "Yapay" olan insan neyi amaçlıyor?  Buraya gelmeden önce,  meselenin ne kadar ciddi ve önemli olduğu belirtmemiz gerekiyor.

                Sözlükte,  dikkat edilirse,  "gösteriş" sözcüğü için "aldatmak" anlamı da veriliyor.  Gösteriş sözcüğüne ne yandan bakarsanız bakın,  "olumsuz" bir anlamın yüklendiğini göreceksiniz.  Sonra "yapay" açıklaması geçiyor.  "Yapay "da.  olumsuzluk yüklü bir sözcüktür.  Hele hele bu insan ilişkilerinde söz konusuysa,  durum daha da ciddi bir görünüm kazanıyor.  Çünkü "yapay" olan insanın hiç bir şeyine güven duyulamaz.  Gösteriş,  insanı aldatmak için yapılan yapay bir durum. Oysaki insanlar,  birbirlerine tüm sevecenliğiyle,  içtenliğiyle görünmelidirler.  En güzel ilişkiler,  dostluklar,  içten,  sevecen olanlardır.  Belki de bu dostlukları yitirmemizin sebebi,  bu yapmacık tavırlarımızdır.  Evet,  evet öyle.  Birbirimize,  açık oynamıyoruz.  Açık değiliz.  Birbirimizi yapay yönlerimizle tanıyoruz ve bu da aslında bir tanımak değildir.  Çünkü dostluk bu değildir,  içtenlik bu değildir. Olmayan ve sahte bir kişilik ile,  gösteriş ile ilişki kurduğumuz insanlara kendimizi tanıtıyoruz.  Kendimizi böyle tanıttıktan sonra,  artık o biz,  biz değilizdir;  başka bir kişiliktir o.  Sonra da bütün davranışlarımıza "yapaylık" siniyor,  "yapaylık" bir özellik olarak kalıyor benliğimizde.  Böylelikle de hayat boyunca bu "yapaylık" sürüp gidiyor.  Aldatmacadan başka bir şey değil bu.


                Gerçekte bu  yapaylık”la başkalarını değil,  kendimizi kandırıyoruzdur,  kendi kendimizi aldatıyor,  kendi kendimize işkence ediyoruzdur.  "Gösteriş" yaparak,  kendimizi aldatmak ve hayatımızı bu aldatmayla sürdürmek,  kendi kendimize yaptığımız bir "işkece/zulüm" değil midir?  Başkalarını haydi bu "yapaylık" ile aldatıyoruz,  ya kendimizi ,  kendimizi aldatabilir miyiz?  Başkalarını aldattığımız zaman,  elimize belki bazı menfaatler geçecektir, mevkimiz,  makamımız,  şanımız yükselecektir diyelim.  Ya makamımız yükselirken,  içimizde bir şeylerin eksildiğini,  kişiliğimizden bir şeylerin yok olduğunu,  kişiliğimizin değiştiğini,  hiç hesaba katmayacak mıyız?  Hesaba katmadığımız belli ki,  çağımızda "gösteriş" merakı bir hayli yaygın.

                Gösteriş,  aynı zamanda,  kendimizi beğendirmek için yaptığımız "ekstra" bir çaba.  Böyle bir "ekstra çaba" nın da davranışlarımıza "yapaylık" kazandıracağı da malum.  Dikkat edilirse,  bu "ekstra çaba"yı kendimizi beğendirmek adına yapıyoruz.  Bütün gayretler,  kendimizi başkalarına beğendirmek için. ,  bu amacı gerçekleştirebilecek bütün yollarda serbest. ,  kendimizi ve başkalarını kandırmak pahasına da olsa!  Kendimizi beğendirmek uğruna,  insan,  bakın nelere katlanmıyor ki.  Kendimizi niçin beğendirmeye çalıştığımızı hiç düşündük mü,  düşünüyoruz mu veya?  Bunu biraz düşündüğümüzde,  kişiliğimizden,  kişiliğimizin zayıf yönünden kaynaklandığını bulmakta güçlük çekmeyeceğiz.  Kendimizi beğendirmeye çalışmamız;  kişiliğimizin zayıflığından,  şahsiyetimizin  tam yerine oturamayışından kaynaklanıyor.  Bunu da ekstra bir çaba ile,  "yapaylık"ile kapatmaya kalkışıyoruz.  Böyle yaparak,  ikinci bir büyük hataya düştüğümüzün farkına dahi varamıyoruz.  Çünkü böyle bir davranış,  bizim zayıf yönlerimizi kapatmayacağı gibi,  daha önemli zayıf taraflarımızın çıkmasına bile sebep olacaktır.  Yapay davranışlarla,  olgun bir şahsiyete sahip olunamaz.  Olgunluk
her şeyden önce içtendir ve içten dışa yansır.  İçi olgun olmayanın,  bu olgunluğu dışa vurabilmesi mümkün değildir.  Bu bakımdan da içi olgun olmayanların kendilerini olgunmuş gibi göstermeye çalışmalarındaki,  yapaylık,  ve belki de gülünçlük fark edilmeyecek gibi değildir.  Önce iç olgunlaşır ve olgunlaştıkça dışa vurur bu olgunluk.  Ve gösterişe meraklı olanlarda bu "iç olgunluğa" sahip olmayan kişiliklerdir.  Olgun şahsiyetlerden,  içini olgunlaştırmış insanlardan gösteriş meraklılarına rastlamak mümkün değildir veya çok zordur.  Gösteriş,  olgunlaşmamış,  olgunlaşamamış "çiğ" kişilerin özelliğidir.  Onlar,  ancak kendilerini beğendirmek için "zorlama" davranışlara girerler.  Olgun şahsiyetlerin ise buna ihtiyacı yoktur;  çünkü sadece olgunluk,  insanın beğenilmesi için yeter bir özelliktir ve bu özellik "tabii” dir,  zorlama ile meydana gelen bir özellik değildir.  Olgun insan,  kendini bilen insandır.  Şahsiyetini oluşturmuş insandır çünkü o.  Kendini beğendirme gibi yapay davranışlara meyli yoktur.  Zira şahsiyetini yerine oturtamayanlar,  kendini beğendirmeye,  şahsiyetlerindeki zaafı,  eksikliği kapatmaya çalışırlar.  Ve bu eksikleri daha da büyüttüklerinin,  fazlalaştırdıklarının farkında değillerdir,  bu gösteriş meraklıları.  

                Gösteriş meraklıları,  gösterişe meyledenler,  aynı zamanda toplumda bazı suni/yapay niteliklerle sivrilme amacını güden kimselerdir.  Toplumda elle gösterilen,  devamlı sözü edilen kimseler olmayı isterler gösteriş yapanlar.  Bazı toplumlarda sivrilme,  devamlı adından söz ettirme,  gösterişle mümkün olabilmektedir.  Gösteriş işinde kim daha profesyonel, kim daha tecrübeli ise,  o,  adından söz ettirmekte,  toplumun ilgi odağı haline gelmektedir.  Özellikle de "sanatçı”lar,  toplumun ilgi odağı olmak için gösterişi bir "sanat" haline getirirler. Çılgınlık derecesine varan bir gösteriş olabilir yaptıkları.  Olsun,  mühim olan bütün gözlerin,  konuşmaların ilgi odağı olmak. . .  Bu,  görünüşte kendilerini tatmin ediyor sanılır.  Hiç de öyle değildir durum.  Kendilerini aldattıklarının onlar da farkındadırlar aslında.  Bu yüzden de en ünlü sanatçıların (aktör,  aktrist,  şarkıcı vs. ) hiç olmadık zamanlarda intihar ettiklerine şahit olabiliyoruz.  Daha fazla kendilerini kandırmanın manasızlığını anlayanlar,  çareyi intiharda buluyorlar ne yazık ki!

                 "Gösteriş" için,  "çağımızın bir hastalığı" demiştim.  Gerçekten de doğrudur.  'Yapay" davranışlar içine giren insanlar,  bir hastalık içindedirler.  Çünkü kendileri olamamaktadırlar.  Şahsiyetlerini kemale erdirememişlerdir.  Her şeyleri yapmacıktır,  yapaydır onların.  Kendimizi beğendirmek,  kanıtlamak için "yapay" davranışlara girmenin anlamı yok.  Sadece kendimiz olalım,  kendimiz kalalım,  fıtratı bozacak,  saptıracak davranışlardan kaçınalım,  tüm içtenliğimiz ve sevecenliğimizle kendimizi tanıtalım.  Başkalarını aldatabiliriz,  ama ya kendimizi?  Başkalarına kendimizi "gösteriş" ile beğendirebiliriz;  ama ya biz,  kendimizi beğendirebiliyor muyuz kendimize?  Kendimizi,  kendimize beğendirebiliyorsak,  mesele yok demektir.  Ama başkalarına kendimizi beğendirip de,  biz kendimizi beğenmiyorsak,  ne kadar "gösteriş" meraklısı olursak olalım,  içteki huzursuzluğumuzu gideremeyeceğizdir.  Huzurlu olmanın yolu,  kendimiz olmaktır,  fıtratımıza,  ilahi fıtratımıza sahip çıkmaktır,  yapay davranışlar içine girmemektir.  Kendi olmayan insanlar,  bir bozukluk,  bir hastalık içinde günlerini tüketmektedirler.  Ruhsal bakımdan onların huzurlu oldukları söylenemez.  İnsan ne kadar "yapaylık” tan,  "gösteriş”ten uzaklaşırsa,  o kadar kendisi olur ve o kadar da ruhsal bakımdan huzura kavuşur.

                Gösteriş,  esasında insanın ilahi fıtrattan,  sistemden uzaklaşması sonucu doğuyor.  İnsan,  ne kadar ilahi fıtrattan uzaklaşırsa,  o kadar gösteriş meraklısı oluyor.  Gösteriş meraklısı oldukça da ilahi olandan uzaklaşıveriyor.  Gösteriş bu bakımdan,  insanı kendisine yabancılaştıran bir olgudur da.  tnsan ise,  yabancılaştığının farkında değildir bu here ü merc içinde,  insanlar bu bakımdan "bir hüsran içerisinde” dirler.  "Hüsran içinde olmamak ise,  insanın çabasına bağlı,  ilahi iradeyle birlikte.





YUNAN MEZALİMİ, YUNAN KATLİAMLARI


SUNUŞ
           
            Elinizdeki kitapçık Kadir Mısıroğlu’nun Yunan Mezalimi adlı kitabından, Prof.Dr. Kaya Bilgegil tarafından derlenerek bir makale haline getirilmiştir. Bu makale, Kadir Mısıroğlu’nun kitabından özetlenerek yazılmıştır. Bu makaleyi okumak bile bir “işkence” gibi. Bu okuduğunuz yazı, bir hikayeden, bir romandan, bir  ütopya kitabından alınmamıştır. Bu yazılanlar bir gerçek, yani olmuş, yaşanmış şeyler…Nasıl yaşandığına dair akıllarda bir soru kalmamalı; insanın aklına  “Bütün bunlar yaşanmış mı? Yaşanmış olamaz!’ gibi bir düşünce gelse de, Türk milletinin  ne yazık ki yaşadığı bir gerçekliktir bu. Türk milletine bu zulmü reva gören sadece  Yunanlılar değildir, Bulgarlar da onlardan aşağı kalır değildir. Ermenilerin Ruslarla birlikte, doğu illerimizde yaptığı zulümleri de bunlara eklemek gerek.

            Milli şairimiz Mehmed Akif Ersoy, “Tarih hiç ibret alınsaydı, tekekkür (tekrar) eder miydi hiç?” der. Tarih, ibret almak için insan için önemli bir sahnedir. Her millet, kendini tarih sahnesinde görme imkanına sahiptir. Bir millet, ne kadar tarihi bir birikime ve derinliğe sahipse o kadar geleceğe doğru emin adımlarla yol alır. Bu konuda “İstikbal, köklerdedir.” sözü meşhurdur. Tarih, insana köklerini hatırlatır; bir milletin nerelerden geldiğinin şuurunu verir. Bu bakımdan tarih, bir milletin yararlanacağı en önemli,hayati  ilim alanlarından biridir. Tarihe, tarihine önem vermeyen bir milletin, millet olma şuuru da yok demektir. Tarihinden ders almayan bir milletjn, tarihteki yeri de sağlam değildir.

                        Yunanlılar bu zulümleri yaparken, hangi düşüncelerden hareket etmekteydiler? Türklere bu zulümleri neden reva görmüşlerdir? Türkler, Balkan devletlerini dört yüz beş yüz yıl adaletle yönetmişler, yönettikleri yerlerde hangi din ve mezhepten olurlarsa olsunlar insanları inançlarında serbest bırakmışlar; bu milletler inançlarını özgürce yaşamışlardır. Dinlerine, inançlarına yönelik bir kısıtlama ile karşılaşmamışlardır. Buna rağmen Osmanlı’nın zayıf olduğu son dönemlerinde Balkanların kaybedilmesiyle birlikte I.Dünya Savaşı sonunda yapılan anlaşmalarla  Osmanlı Devleti’nin işgal edilmesi sonucu Yunanlıların memleketimizde giriştiği katliamlar, neyin göstergesidir? Yılların birikmiş kini,intikamı mı? Nasıl bir kin ve intikamdır bu böyle? İnsanlığı utandıracak bir zulüm ve katliam,hangi medeniyet tasavvurunun sonucudur? Mehmed Akif Ersoy, İstiklal Marşı’nda boşuna seslendirmiyordu bunu:

Medeniyyet dediğin tek dişi kalmış canavar.

            Evet bu “medeniyet” dediğimiz Batı medeniyeti nasıl bir medeniyettir acaba? Batı medeniyetinin üç sac ayağının olduğu bilinir: Yunanın paganizmi, Romanın Hristiyanlığı ve aydınlanmanın beraberinde getirdiği pozitivist düşünce. Vahiyden, Tevhidden ve İslam’dan nefretini saklamayan bir medeniyet bu. Bu nefretini, kinini kitaplarında açıkça yazmaktan çekinmemiştir. Bu medeniyetin kirli yüzünü Akif, I. Dünya Savaşı’nda ,Çanakkale’de çok yakından görmüş bir şahsiyettir. Bu “medeniyet”, birçok medeniyeti öldürmüş, katliama tabi tutmuş bir “medeniyet”tir. Batı medeniyeti; katliamlar, savaşlar, zulümler medeniyetidir. Gittiği, girdiği her yeri huzursuz etmiş, savaşlar çıkarmış, toplumları katliamlara tabi tutmuştur. Bu yüzden Batı’nın hayranlığını gizleyemediği Yunanlılar da, Osmanlı/Türk  topraklarını işgal ettiği zaman, Müslümanlığın, İslam’ın sancaktarlığını yüzyıllardır elinden düşürmeyen, İslam medeniyetinin önemli bir ülkesi olan Osmanlı Devletinde yaşayan Türklere yapmadığı eziyet kalmamış, yüzyılların kinini, intikamını insanlarımıza uygulamaktan çekinmemişlerdir.

            Bu zulümler, tarihte kalan bir “gerçek” midir peki? Yani Yunanlılar, bugün Türkiye’yi yine işgal etmiş olsa, bu zulümleri tekrar yapmaz mı diye düşünüyoruz? Peki Ermenilerin, özellikle Doğu Anadolu’da yapmış  olduğu Doğu’da yaşayan insanlarımıza reva gördüğü zulümler, Yunanlılardan az mıdır? Ermenilerin zulümleri de en az Yunanlılar kadardır. Peki Rusların zulümlerini veya onların Ermenilerin yaptıkları zulümlere ses çıkarmamalarını nasıl okumalıyız? Ermenilerin Doğu’da yaptıkları zulümler, Batı’da Yunanlıların yaptıkları zulümlerden aşağı değildir. Aslında mesele Türk meselesi de değildir; mesele Türk’ün İslam’ın ve Müslümanlığın sancaktarlığını yapması meselesidir. Türk’ün Müslümanlığından, Müslüman Türklerden nefret ediyorlar. Türkün İslam’ın sancaktarlığı yapmasından hoşnut değiller. Çünkü İslam, zulmün,  katliamın, haksızlığın, sömürünün karşısında bir dindir ve bu dine mensup olan Türkler de, Müslüman olduktan sonra zulme ve katliamlara engel olmuş.sömürüye “dur” demiş, sömürgeciliğin karşısında olmuşlardır. Bugün de Türkiye’nin dünyadaki zulümlere ve katliamlara en fazla ses çıkaran bir ülke olduğuna şahit oluyoruz. Türkiye’nin güçlenerek, köklerine sahip çıkması, yani Osmanlı’daki gibi zulümlere engel olan bir ülke konumuna gelmesi istenmiyor; bu yüzden Türkiye’nin önü alınmaya, kesilmeye çalışılıyor; çünkü Türkiye, zulümlere en kuvvetli ses çıkaran bir ülke olarak, Batı sömürüsünün önünde en büyük engel. Bu engeli ortadan kaldırmaya, hiç olmazsa tesirsiz hale getirmeye çalışıyorlar. Bütün planları , amaçları  Türkiye’ye diz çöktürebilmek, söz söyleyemez, ses çıkaramaz hale getirebilmek…Bu yüzden ülke ve millet olarak birlik ve beraberliğimizi pekiştirmemiz, birbirimize sımsıkı sarılmamız gerek.

             Osmanlı ve onun devamı  Türkiye olarak, çok milletlere, toplumlara kucak açmış, zulme uğrayanlara yardımlarımızı esirgememişiz. Osmanlı nasıl, zulme uğrayanların yanında ,onlara kucak açmış ise, ”Asım’ın nesilleri”ni barındıran Türkiye de zulme ve haksızlığa uğrayanlara kucak açmış, mazlumlara yuva/ sığınak olmuştur. Türkiye, mazlumların sığınacağı huzurlu, adaletli bir ülkedir. Huzurumuzu bozmak için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar. Türkiye, bütün  mazlumlara bir  “ensar” olmuştur. Türkiye, kendisi de bir  “mazlum” ülke olarak, mazlumluğun ne demek olduğunu bildiğinden zulme uğrayanlara yardım etmeyi inancının ve insanlığının bir gereği olarak görmüş, bunu bütün dünyaya göstermiştir. Biz Türkiye olarak güçlü olmayı sömürmek için değil, sömürüyü engellemek için istiyoruz; tıpkı  Selçuklu, Osmanlı gibi.

            Bugün, tarihte gördüğümüz zulümlerin ,eğer zayıf olur ve birlik içinde olmazsak, aynısını yine görebiliriz. Batı medeniyeti İslam’a ve Müslümanlara, İslam’ın temsilcisi olan Türkiye’ye karşı daha az acımasız olacak değildir. Çanakkale’de Batı’nın hıncını. intikam hırsını bu millet çok iyi gördü ve anladı. Tekrar Batı’yı sınamaya gerek yok. Batı, yine aynı Batı; açgözlü, hırsları için toplumları kana ve göz yaşına boğmaya hazır, İslam ve Müslümanlardan hoşlanmayan, Müslüman kanlarının akıtılmasından rahatsız olmayı bırakın hoşnut olan bir Batı’dır. Batı, kendisini değiştirmez; çünkü zihniyeti sömürüye ayarlı ve odaklıdır. Batı sömürücüdür, katliamcıdır, Bunu, bugün de dünyanın değişik yerlerinde yaptığı katliamlardan görüyoruz. Avrupa’nın ortasında Bosna-Hersek/ Srebrenitsa’da yaptığı soykırım, bütün dünyanın gözleri önünde cereyan etmiştir. Müslümanlardan nefret eder; kendini büyük görür; kendi medeniyetine karşı ses çıkaranları, kendisine engel olmaya çalışanları  ezmeye, yok etmeye çalışır; daha önce yaptığı gibi. Batı, kendinden üstün bir medeniyet olduğuna inanmaz; her yere medeniyetini götürmeye çalışır. Bunu, gittiği ülkelere huzursuzluğu, savaşı, kanı götürerek yapar.

            Peygamberimizin Müslümanlara her zaman akıllarında tutmaları gereken bir ihtarını unutmamak gerekiyor: “ Küfür, tek millettir.” Amerika ve Batı dünyası bir olmuş, Müslüman dünyaya, tarihte çokça görüldüğü üzere bugün de saldırıyor, parçalamaya, yok etmeye çalışıyor. Haçlı seferleri bitmiş değil; tarihten Müslümanları silmek, etkisiz hale getirmek için bütün oyunlarını oynuyorlar. Ne istiyorlar Müslümanlardan/Türklerden? Kendilerine, sömürmelerine karşı çıkmamalarını, ne denirse yapmalarını istiyorlar. Ama zulüm ve haksızlık, Allah’ın adaletiyle bağdaşmaz. Zulüm, kendi kendisini yıkar. Allah, zulme razı olmaz. Allah , zulüm yapan, zulümde ve sapıklıkta haddi aşan milletleri, toplumları helak etmiştir. Zulüm ile abad olunmayacağını” tarihi hakikatler bize çok açık bir şekilde gösteriyor.

            Dünyayı parselleyen Batı dünyası –Amerika da dahil-  gerçek bir “barış” amacı taşımış mıdır acaba? Yani Batı’nın amacı barışa hizmet midir? Batı ,barışçı ya, ileri ya, gelişmiş ya, teknolojik gücü var ya, dünya görüşü olarak bütün medeniyetlerden ileri ya, herkesi kendi medeniyetine saygı duymaya, itaat etmeye çağırıyor ya, kendi medeniyetinden başka bir medeniyete ve anlayışa saygı duymayıp reddediyor ya… böyle bir zihniyete, düşünce biçiminin dünyaya barışı getirebileceğine inanılabilir mi? Bu teorikte böyle de pratikte bu barışı görebiliyoruz mu peki? Haçlı seferlerinin amacı barış getirmek miydi?  Coğrafi keşiflerin, teknolojik gelişmelerin amacı, dünyaya barışı yaymak için miydi? Peki bugün Batının sömürgeci anlayışında bir değişim, başkalaşım söz konusu mudur? I. Dünya Savaşı bir paylaşım savaşı değil miydi? II. Dünya Savaşı, bu paylaşımın tamamen yapılamadığının bir ispatı değil miydi? Bu savaşı çıkaran Batı’ydı ve aşağı yukarı altmış milyon insanın ölümüne sebep olmuştur.

            Batı medeniyeti düşmanlığı mı yapıyoruz burada? Evet. Bu medeniyetin dünyaya ve insanlığa bir yararının olmadığını tarihen görüyoruz. Dostoyevski  Batı Çıkmazı adlı eserinde Batı’ya eleştiriler yöneltirken Batı’yı değiştirmek, dönüştürmek, çıkmazdan kurtarmak ister. Doğu’dan da uzaktır ve ona göre Doğu sömürgeleştirilmek için vardır ve Doğulu bir devlet olarak Osmanlı nefretini en üst perdeden dillendirir. Dostoyevski de büyük bir sömürgeci zihniyete sahiptir ve bütün Doğu halklarının olduğu gibi Osmanlı Devleti’nin sömürgeleştirilmesi gereken ,onun yönetme kabiliyetine sahip olmayan Asyalı bir ülke olduğunu dile getirir düşünce yazılarında. Bu büyük romancının derin ırkçı, faşist, sömürgeci bir anlayışa sahip olması ilginçtir. Batı’nın tek başına dünyayı sömürgeleştirmesine karşıdır o; Rusya önderliğinde Batı’yla birlikte dünyanın sömürgeleştirilmesi  taraftarıdır. Yoksa dünyanın sömürülmesine hiç karşı değildir Dostoyevski. Dostoyevski’nin Osmanlı/Türk düşmanlığında eline kimse su dökemez. İslam ve Müslümanlar, hakaret kelimeleriyle, kötü sıfatlarla anılır. Dostoyevski, Bir Yazarın Günlüğü adlı eserinde Türkleri “vahşi bir sürü” olarak niteler ve bu millete, bu alçak ülkeye insanca davranmanın mümkün olmadığını belirtir. Bunu Çanakkale’de  İngilizlerle savaşırken eski İngiltere Başbakanı  Sir Winston Churchill’in söylediği Türkler ile ilgili söylediği sözler, Batı medeniyetinin bakışını, düşünce dünyasını göstermesi açısından çok iğrençtir. Çanakkale’de Türklere karşı zehirli gaz kullanılıp kullanılmayacağı tarşılırken Churchil: “Barbar bir kabileye karşı silahlarımızın bütün avantajlarından niçin yararlanmayalım ki?" Türkler “barbar”dı, dolayısıyla insan sayılmayacağı için her çeşit insanlık dışı muameleye tabi tutulabilirdi. Nitekim Çanakkale’de bu yapıldı. Çanakkale’de Batı’nın kendisi Türklere karşı yamyamlık yapmış, savaş hukukunda yapılmaması gereken birçok şey yapılmıştır. Onun için Mehmed Akif Ersoy, “Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela” diye Batı’nın bu durumunu resmeder. Bu resim, gerçekçidir; inkar edilemez.

            Ruslar da Türkleri barbar gördüğünden, Türklere barbarca davranmayı normal kabul etmişlerdir. Türk düşmanlığında Ruslar da çok ileridirler. Tarihe  bakıldığında Rusların bu Türk ve Müslüman düşmanlığını çok açık görürüz. Osmanlıya en fazla zararı olan bir millettir Ruslar tarihte. Rusların Doğu’da ve Türk Cumhuriyetlerindeki yaptığı zulümler de tarihin sayfalarındaki yerini almıştır.

            Biz bu bakımdan medeniyetleri sömürgeci olan ve sömürgeci olmayan medeniyetler olarak ikiye ayırabiliriz. Bu basit ama önemli ayrım, medeniyetlerin belirleyici özelliklerinden biridir. Sömürgecilik önemli…Sömürgecilik, savaşın tamamlayıcı bir unsurudur. Savaş medeniyeti mi barış medeniyeti mi? Tercih insanlığın…Yani bir medeniyet, bir ülkeyi istila ettiğinde oraya barış mı getiriyor, savaş mı getiriyor? Savaşın mı barışın mı  yanındadır medeniyetler? Son iki yüzyıldır Batının çok açık “maddi” bir üstünlüğü var dünyada. Müslüman dünyanın Batı gücünün karşısındaki zayıflığı çok açık. Ancak bakıldığında bütün dünyayı kan ve gözyaşına boğan iki dünya savaşına da sahne olmuştur dünyamız. Bu dünya savaşlarını Müslüman dünya çıkarmamıştır. Dünya savaşlarından sonraki zamanlarda da Müslüman dünyanın rahat bırakılmadığı, yine kan ve gözyaşına boğulduğunu gözlemliyoruz. Batı, gittiği her yere beraberinde savaşı da beraberinde getirmiş, birçok insanın hayatını kaybetmesine sebep olmuştur. Çünkü medeniyet anlayışları hak üzerine değil kuvvet üzerine bina edilmiştir. Kuvvetli olanın haklı olduğu bir dünya düzeni kurmuştur Batı. Kuvvetin kaynağı ise savaş teknolojisindeki üstünlüğüdür. Haklı olmanın dayanağı kuvvet olduğundan, karşısındaki hiçbir düşünceye de hayat hakkı tanınmamış, özgürlük sadece retorik olarak kalmıştır.

            Soru şu: Kuvvetin hak kabul edildiği bu Batı medeniyetinin bu düşüncesini bırakabilmesi, hakkın yanında olması ,kendini değiştirebilmesi mümkün müdür? Bu konuda tarih bize önemli bilgiler vermektedir. Hz.Adem’den bu yana, yani oğulları Habil ve Kabil’in mücadelesinde ve onun devamında, Peygamberlerin mücadelelerinde görmekteyiz. Tarih boyunca birçok peygamber gönderilmiş, ancak çoğu katledilmiş, yine çoğuna da inanılmamıştır. Yine büyük peygamberlere baktığımızda Hz.Musa’nın getirdiği öğretinin değiştirildiğini, Hz.İsa’nın “öldürüldüğü”nü ve Tanrılaştırıldığını görürüz. Tevhid inancından sapıldığı ve Tevhid inancına aykırı yollara gidildiği tarihi bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.


YUNAN MEZALİMİ

Prof.Dr.Kaya Bilgegil


            Birdenbire etraf aydınlanıyor, eşyanın çehresi açıklık kıvanır gibi bir hâl alıyor; sonra her şey; merkezden çevreye doğru koyuluğu azalan dumanların altında kayboluyordu. Bu; kırmızı bir şimşeğin parlayıp sönmesi gibi bir hâldi.

            Narin, beyaz gövdeleri, dantelâlı şerefeleri -başlarında hilâlin en mahzum hâl aldığı- mahrutî, zarif külâhlarıyla şurada burada göze çarpan minâreler; birer istiğfar nidâsı halinde göklere fırlayacak gibi idiler. Kimbilir, belki melekler, şerefelere şehir için ağlamağa inmişlerdi. Belki de cismaniyet kazanmış, yerden kopmağa müheyya "füze" şeklini almış -yüzlerine alevlerin pembe akisleri vuran bu imân huzmeleri; huzûr-ı Rabbülâlemin'e bu milletin dertleriyle yükselmek üzre idiler.

            İzmit; yangınını söndürmek üzere eğilmişti: Heyhat, durgun suyun aynasında, mürtesemi; daha geniş saha kaplayan ikinci bir yangın meydana getiriyordu. -Alev altında kalan her sahilde olduğu gibi- bu çift yangın manzarası büsbütün korkunçtu. Görme ve dokunma duygularının sarsıntılarla idrâk edeceği bu dokunum arkasında, ikinci bir dekor daha vardı: Çıktıkları noktaların tesbiti mümkün olmayan uğultu, gürültü, patırtı, infilâk çığlıktan... meydana gelen sesler dekoru... Bu 'dissonance" bütünlük içinde, kadın feryatları, -en üst perdede- havavı. alevleri yırtıyordu. Şehir, alev, duman, kor ateş, kömür, kül olmuştu. İzmit yangınını, bana hiçbir İzmitli söylemedi. "Yunan Mezâlimi" adlı kitaptan okudum.

            Kadir Mısırlıoğlu'nun kitabına aldığı M. Gohri imzalı 10 Temmuz 1921 tarihli raporda: "Gülnihal, sıcaklık ve alev dalgalarından rıhtıma yanaşmakta tereddüt ediyordu" cümlesi vardır. Gülnihal, Kızılay'a âit bir vapurun adı.

            Limanında Fransız, İngiliz, Amerikan gemileri bulunan İzmit'te böyle korkunç bir yangın çıkaran Yunanlılar, onlardan çok ileri giden yerli Rumlar; Marmara Bölgesi'nin diğer köy ve kasabalarında rahat dururlar mı? Bin erlik Orhangazi'de, yangından beş er kurtulabilmişti. Narlı, Kapaklı, Karacaali, Çeltikçiler de ateşe verilmiş. İznik civarında yirmi dört köy yakılmıştı. Söz konusu bölgedeki yangın yer, çeşit ve şekilleri hakkında "Yunan Mezâlimi" adlı kitaba alınan raporlarda teferruat vardır. Meselâ, erkekleri kahveye doldurarak yarım saat makinalı tüfek ateşine tâbî tutulan Muratoba köyünde, kadınlar da câmie doldurulur; gaz döküldükten sonra mabet, ateşlenir. Cihan köyünde, süngü ve kurşunlardan kurtulanlar da, Hacıosman'ın evine sokulup yakılmışlardır. Yalova'ya bağlı olması lâzım gelen Kocader-i bâlâ'da ise, dokuz kişi çeşitli işkencelerden sonra, "köyün diğer sakinleri, kendi evlerine hapsedilmiş ve evler ateşe verilerek içeride yakılmaları şeklinden telâfi edilmiştir. "Bu ateş oyunlarının daha korkunç şekilleri var; yine bu raporların birinden öğreniyoruz ki, Yalova'nın Çınarcık nahiyesinde "bir taraftan ateşe verilen evler tutuşurken Yunan askerleri süngülerinin ucuna taktıkları küçük bebekleri kuzu kızartır gibi ateşlere tutmuşlar, genç kızların memelerini keserek kebap etmişlerdir. " Bunlar; yalnız dirileri değil, ölüleri de yakıyorlardı: "Gemlik meydanında Müslümanlar'dan 7 - 8 ölü üst üste yığılmış ve gaz kâfi gelmediği için ancak ikisi yanmış, diğerlerine bir şey olmamıştı. " Cihanköyü'ndeki tüyler ürpertici hadiseyi de anlatalım: Burada 5 yaşına kadar olan küçük çocuklar toplanır, iki şilteye dökülen gaz ateşlenir, yavrular annelerinin gözü önünde süngüye takılıp ateşe atılırdı. Hep Balkan Harbi'nde Rumeli'nde geçen vakalar.

            Ey, Vietnam'daki "insan kardeşleri" için manzumeler yazan Türkiye Çocuğu, Türkiye'de ateşler alında kalmış olan şehirleri, kasabaları, köyleri, insanları, insan vücudundan koparılmış et parçalarını ne çabuk unuttun da, Okyanusun ötesindeki insanlar için dertlenmeğe vakit buldun. Yoksa hiç mi öğretmediler? Bizimkiler için de bir damla gözyaşın yok mudur?

            Marmara Bölgesi'ndeki Yunan Mezâlimi yalnız yangın çıkartmaktan ibaret kalmamıştı: Soygun, katliam, işkence, çeşitli cinsi saldırganlıklar, suretinde kendini göstermiştir.

            En hafifinden başlayarak bunlara bir göz atalım: Soygun, Karamürsel'in biraz ötesinde bulunan Ereğli'de mal olarak taşınabilecek herşey götürülmüş; götürülmeyenler de, dükkanlardan sokaklara saçılmıştır. Bir Fransız askeri, izmit'te yerli Rum'dan bir çeteyi yakalar; tahkik heyetine getirir: Rûm'un sırtında Yunan askerine âit çantada "120 tane kadın bileziği, 700 altın ve külliyetli miktarda banknot" bulunur. Bu durumu tesbit eden raporda:"Almak salâhiyetimiz olmadığı hâlde çantayı İzmit mıntıkası müttefik kuvvetleri kumandanı olan Yüzbaşı M. Jaseph Gerald'da teslim ettik" deniyor. Yine İzmit'le ilgili sayfada bütün evlerin "talan" edilmiş olduğu anlatılıyor. Hey'et; Çeltikçiler Köyü'ııde, Yunanlıları, "talan" ettikleri malları, katırlara yükleyip kaçarken görmüştü. Narlı, Karacaali köylerinde, ahaliye ödemeyecekleri kadar para cezası yüklemiş; bilâhere de, kadın-erkek, bu köylerdeki bütün halkın üzerlerinde ne varsa alınmıştı. Cihanköy ahalisinin katliâmı da, yine ödenmesi istenen 4000 altının köy halkı tarafından temin edilememesi üzerine başlar. Çakıllı köyü, başka bir yağma yeridir.

            Çınarlı Köyü halkının mukavemetsiz soyulması, yerli Rumların hususî bir hilesi eseridir. Tahkikat heyetinin uğradığı köylerden birinde, yegâne sağ kalan bir çoban, silah aramak bahanesiyle evlere giren Yunanlı lann yükte hafif pahada ağır ne varsa hepsini götürdüklerini ifâde etmiştir. Yalova'ya bağlı Kelek, Zindanköy, Uzunpınar, Müselim, Çalcıköyü, Delipazar, Salucak, Dağıstanî, Reşadiye, Kirazlı ve Yurattan köyleri; Yunan kumandanının emri ile tamamen soyulmuştu. Kandıra'da postahane, hükümet konağı önce soyulur, sonra yakılır. Bu soygun vakalarının çok korkunç bir örneğini Yunan Mezâlimi adlı kitaptan nakledelim: "Kocadere-i bâlâda hey'et tarafından yakalanan bir Yunanlı'nın parmağında bir avuç kınalı kadın parmağı, bilezikler, altınlar çıkmıştır. "

            Derecesi hafif sayılacak ikinci bir zülüm örneği, insanları çırılçıplak hale koymak oluyor. Onunla kalsalar... Mâmafıh bunların iki örneğini zikretmekle yetinelim: "31 Mayıs günü Hamidiye Köyü'ne giren 200 Yunan askeri evvelâ evlere saldırmış, bütün halkı anadan doğma soymuş...", sonra... sonrasını aşağıda okuyacaksınız. Orhangazi'de de, çırılçıplak hâle konan Müslüman ahaliye revâ görülen ikinci işkence, bunların kırbaçla dövülmesidir. Türk'e Türk eliyle zulümde bulunmak için de gayret sarf ediyorlardı. Aşağıda çok iğrenç bir örneğinden bahsedeceğimiz bu hadiselerin bir kısmı da Orhangazi'de geçmişti. Ellerine sopalar verilen Türk erkekleri kendi karılarını dövmek için zorlanmıştı.

            Fakat bu çeşit hafif hadiseler üzerinde durmayalım; Türk milletini toptan yok etmek için nasıl korkunç bir sistem uygulamıştır? Ona bakalım: Orhangazi'de, yangından kurtulan beş evden biri, üst üste yığılmış Türk cesetleriyle doluydu. "Heyet âzâları", işitilen inleme sesleri üzerine, kan içindeki bu cesetleri birbirinden ayırarak sağ kalanları kurtarmak istediler. "Ancak nabızları durmak üzere olan bir ihtiyarla 16 yaşında bir delikanlı bulundu. Gözleri açık kalmıştı. Sanki yaşıyordu. Biraz ileride kamından bağırsaktan dökülmüş bir genç kadın cesedi vardı. İki adım ötesinde başsız bir çocuk bulunuyordu. "

            Narh, Kapaklı, Karacaali'de kadın, erkek ayrılığı gözetmeksizin, bütün insanlar kurşuna dizilmişlerdi. Bir rapor, Hamidiye Köyü'nde, erkeklerin, kasatura ve baltalarla öldürüldüğünü; çocukların, süngülerle delik deşik edildiği bildiriyor. Muratoba Köyü erkekleri de, dolduruldukları kahvede, yarım saat süre ile makinalı tüfek ateşi altında kalmışlardı: Aynı silahlar, zaman zaman camiden kaçmak isteyen kadınlara da çevriliyordu. Armutlu'ya bağlı Sultaniye Köyü'nde "Yunanlılara itiraz eden ve teslim olmayan. . kadınlar... erkeklerin yanma getirilerek gece yarısı birbirlerinin yanında kurşuna dizilmişlerdi". Elmalı'da kapılar, pencereler ateş altında tutulmuş, câmiye doldurulan erkekler yangınla, câmi kapısına çevrilen dört makinalı tüfeğin ateşleriyle imhâ edilmişlerdi. Öğleye doğru tekrar gelen Yunanlılar kadınlar ve sağ kalan birkaç kişiyi de öldürmüşlerdir. " Bu şekildeki canavarlık Pomak, Gacik, Gökçedere, Delipazar, Kirazlı, Ortaburun, Kocadere-i zîr, Kocadeıe-i bâlâ, Paşaköyü ve Özpınar köylerinde aynen tekrar edilmiştir. "Orhangazi ahalisini de, -orada öldürdükleri hariç- çeşitli işkencelerden sonra, Gemlik'e doğru yola çıkarılıp Değirmenciboğazı'nda imhâ edilmişlerdi. " "Yunan Mezâlimi" adlı kitaptan başka bir cümle iktibas edelim:"Köy halkını tek sıra dizerek câmiye sevk etmişler ve câmi kapısında, her içeri girene rastgele süngü saplamışlar, gaz bulamadıkları için câmii yakamayan haydutlar sonra halkı çıkarıp köy meydanında üzerlerine yaylım ateşi açmışlardır. " Burada söz konusu edilen köy, Çakıllı'dır. Cihanköyü halkının şadravan denilen semtte imhası da, hepsinin çırılçıplak hâle konmasını takip etmiştir.

            Hey'et raporuna, yeniden göz atalım: "Aynı gün" (19 Ekim 1921) "Yeniköy'de gördüğümüz manzara hakikaten, dehşet verici idi. Bu kadar insan başının bir köye nasıl âit olacağına inanamadık. Başlar, yollara âdeta serpilmiş gibi, çiğnememek için aralarından dikkatle geçmeğe çalışıyorduk. " Türk'e Türk eliyle zulmetme hadisesi, yeniden karşımıza çıkıyor: Dontluca'da gözlerini oydukları erkekleri karılarına süngü vermek suretiyle, onların eliyle öldürmüşlerdir. Heyet raporlarının birinde, "şimdiye kadar karşılaşmadığımız değişik işkence şekillerinden biridir" diye vasıflandırılan başka bir vaka var: Bu da, Yunanlılar'ın Yalova'ya bağlı Çınarcık nâhiyesinde, Türkleri ikişer ikişer sıralayıp birine bıçak vererek karşısındakini öldürmeye zorlamalarıdır. Yine aynı köyde "birçok cesetler sürüklenerek İskele Meydanı'nda açılan bir çukura doldurulmuş, bir kısmı da... giriş yollarının kenarındaki hendeklere" atılmıştır.

            Kocadere-i zîr, Kocadere-i bâlâ köylerinde, çok küçük çocuklar da dahil olmak üzere, bütün Müslümanlar'ın çeşitli yollarla imhâ edildiğini öğreniyoruz.

            İzmit'teki muazzam katliam hazırlıklarının haberi, dört gün önce İstanbul'daki "müttefik kuvvetler kumandanlığı"na bildirilmişti. Tahkik heyetinin Gülnihal vapuru ile İzmit'e gelmesi, bu ihtar üzerinedir. Bu şehirde bir günde 7400 insan öldürülür; heyet ancak üç yüz altmışının ismini tesbit edebilir. Kaçanların dışında, üç bin kişinin kurtulması da, Fransız papazı Pierre Panait'in, kilise karşısındaki altı Türk evinden gelen feryatları duyması üzerine, diğer Müslüman mahallelerini, kendilerini bekleyen âkibetten haberdar edip gelenleri, Fransız okuluna alması yüzündendir. Yerli Rumlarla Yunanişlar, bu binayı da "havaya" uçuracaklarmış. "Fransız yüzbaşısı Nicol Jayers, Amerikan kumandanıyla birleşerek okulun etrafını müttefik askerlerle dört kordon hâlinde çevirmiş. Yunanlılar yaklaşmaya cesaret edememişler. "Bu şehirdeki katliam, o dereceyi bulmuş ki, Yunanlılar, rıhtıma yakın bir sokaktan koşarak çıkıp kendilerini denize atan üç dört kişiyi dahi tüfek ateşiyle öldürmüşlerdi."

            Karamürsel yakınındaki Ereğli ahalisi, Yunan zırhlısı Kılış'ın topları önünde dağlara kaçmış; heyet, bu kasaba sokaklarında ancak on üç ceset görebilmişti.

            Şimdi çok korkunç olan iki müşahadeyi nakledeceğim: Birincisi, tahkik heyetinin Narh, Kapaklı, Karacaali incelemelerini tamamladığı sıraya rastlar. "Yunan Mezâlimi" adlı kitapta yazıldığına göre: "Bu köylerde yapılan tetkikler sona erince bitaraf heyet tekrar zırhlıya dönmüş ve 16 Mayıs 1921'de sahil boyunca yavaş yavaş seyrederek yer değiştirmişti. Gemide bulunan İtalyan mümessili dürbünle sahili tarıyor, yamaçlarda, dere aralarında yanan, köyleri gözetliyordu. En yakın köyde tetkikler yapmak için komisyon üyeleri sahile çıktılar. O sırada alevler dolu sokaklar içinden bir insan fırladı. Bu bir çobandı. Heyet, bu adamı çağırarak kendisinden, mâlumat istedi. Dehşetinden gözleri dışarıya fırlamış, yüzü sapsarı olmuş genç adam ilk iş olarak sağ tarafta bir şeyi işaret etti. Dönünce insan başlarından vücuda gelmiş küçük bir tepecik görüldü..."

            Bu kitaptan, Türkleri öldürürken uygulanan usuller, kullanılan vasıtalar hakkında bir liste de çıkarmak mümkündür; ben, birkaçını sayacağım: Süngü ile, balta ile, el bombası ile, yakılmak suretiyle, kazığa vurularak, başı kesilerek, kopartılarak..

            Şimdi Marmara Bölgesi'nde Türklere revâ görülen diğer işkence çeşitlerine göz atabiliriz:

            1.Bunların en hafifi; Türklerin, angarya işlerinde kullanılmasıdır. Ehemmiyetinden dolayı, bir örnek vermekle yetineceğiz: Gemlik civarında, sağ kalan Müslüman erkeklerine bu işkence uygulanmıştır.

            2.Azayı, vücuttan ayırma. Bunların çeşitlerine rastlıyoruz:

            a) Ençok göze çarpan, başın, gövdeden ayrılmasıdır: Orhangazi sokaklarında böyle bir çocuk cesedi bulunur. Tahkik heyeti, girdiği sahil köylerinden birinde, kesilen başlardan meydana gelmiş bir tepecikle karşılaşmıştır. Bu köyle ilgili rapor, yolun sağ tarafında bulunan diğer bir baş yığınını da bildiriyor. Yeniköy'de, vücutlarından koparılmış başlar, yollara, "serpilmişcesine" bir yer kaplıyordu. Çınarcık Köyü'nden Celal Efendi, başı kesilmek suretiyle öldürülmüştü. Eserde, bu başların kesiliş tarzı ile ilgili bilgi verecek işaretler de var: Peşkeş Hacı İsmail Köyü'nde, "altı Türk sokak ortasında bir iple bağlanarak yan yana yatırılmış ve koyun gibi boğazlanmıştı" .

            b)Yunanlılar'ın, Türkler'e revâ gördükleri diğer bir işkence de, onların kollarını, bacaklarını koparmalarıdır: Çakıllı Köyü'nde Durmuş adlı bir çocuğun, kasatura ile kollan kesilir. Yeniköyü kaplayan cesetlerin, çoğunda kol ve bacak kalmamıştır. Çınarcık Köyü'nden İbrahim Çavuş; kol ve bacakları kesildikten sonra öldürülmüştür. İzmit sokaklarında, "bacakları kesilmiş genç kadınlar, kolları koparılmış kızlar, beşik bebekleri karmakarışık hâlde idi. "Uzvu vücuttan ayırma, yalnız kolların koparılmasında kalmaz, parmaklara kadar iner: Kocadere-i bâlâ'da bir Yunan askerinin çantasında kınalı kadın parmaklan bulunmuştur. İzmit sokaklarındaki cesetlerde de parmak kalmamıştır.

            c)Vücudun   muhtelif yerlerinden etler koparmak, vücudu doğramak. Elmalı Köyü Okulu Müdürü İbrahim Efendi; önce dövülmüş, sonra vücudunun muhtelif yerlerine bıçaklar saplanmış, gövdesinden parçalar kesilip Türklerin üzerine atıldıktan sonra da öldürülmüştür. "Kocadere-i zîr köyünde 70 yaşında bir kadının doğranmış parçaları bir yığın haline getirilmiş ve kesik başı bu yığının üstüne konmuştu. "

            d)Rumeli'nde kulak, burun kesme âdeti, İzmit sokaklarını dolduran cesetlere de uygulanmıştır.

            e)Yunanlılar, girdikleri yerlerde, memeleri, cinsiyet organlarını bile kesiyorlardı: Çınarcık Köyü'nde, genç bir kızın memeleri; Küçükaşağı, Büyükaşağı, Bucaklı köylerinde, ağaçlara asılan sekiz kişinin de, -bunlar, öldürülmeden önce- cinsiyet azalan kesilmişti.

            Kesilen, kopartılan azâların çok ve çeşitliliğini anlatmak için Maurice Gehri'nin İzmit'le ilgili raporundaki bir cümleyi iktibas edelim: "Bir çocuğun çamurla oynaması gibi Yunanlılar, bu cesetlerin üzerinde oynamışlardı. "

            3.Bu istilâ sırasında uygulanan işkence çeşitlerinden biri de, vücuda âit bir kısım, kesici veya sivri aletlerle oyulmasıdır: İzmit'te gözler oyulur. Hamidiye Köyü'nde "çocuklar, süngü ile delik deşik edilir". Çınarcık Köyü'nden Nerime'nin vücudu süngü ile oyulmuş, masum yavru; bundan sonra öldürülmüştür. Yeniköy'deki kadın cesetlerinde de, vücudun cinsiyetle ilgili kısmının oyulmuş olduğu görülmüştür. Yunanlılar, bu arzularını tatmin için, işi, ölüyü mezardan çıkartmaya kadar götürmüşlerdir. Rodosta köyünde, yeni gömülmüş bir çocuğu, süngüye takmak için mezarından çıkarırlar.

            4.Vücudun oyuk, kesik, açık yerlerini veya kendi elleriyle oyulmuş kısımlarını, başka bir madde ile kapayıp tıkamak da diğer bir işkence usulüdür: Orhangazi sokaklarında ağzına el bombası sokulmuş bir ceset bulunur, Yeniköy'de bir genç kızın memeleri oyularak yerlerine tahta parçalan sokulmuştur. Kocadere-i bâlâ'da, -süngülenenleri hariç- "çocuklar kucaklarında bulundukları annelerinin bıçakla karınları yarılarak içine gömülmüş... vaziyette bulunurlar".

            5.Parçalama ve doğrama. Sultaniye Köyü'nden Hesene, ölmek üzere bulunan yaralı kocasına su verdiği için parça parça edilmiştir. Adapazarı'na bağlı Karakiraz Köyü'nde Bayram Ali aynı şekilde öldürülür. Doğramada kullanılan vasıta, özellikle baltadır: Çınarcık'tan Arnavut Mehmet Çavuş'un ailesini eden dokuz kişi; Kocadere-i bâlâ'dan İsmail Reis, Hüseyin karısı Ayşe, Yörük Hüseyin; Büyükhatipli Köyü'nün bütün erkekleri bu tarzda imhâ edilirler.

            6.Başka bir işkence yolu da, başın, taşla ezilmesidir: Kocadere-i bâlâ'dan Arnavut Hüseyin, Rodosto Köyü'nün imamı bu usulle öldürülmüştür.

            7.Ağaca veya tavana asarak öldürme İzmit'te Muhtarzâde Emin, "kızının götürülmesine mani olmak istediği için evinin önünde ağaca" asılmıştı. Küçükaşağı. Büyükaşağı, Bucaklı köylerinde Hüseyin, İbrahimali, Atlamacı İbrahim, Hasan Çavuş, Recep, İsmail adlı kimseler ağaçlara asılırlar, üzerleri soyulduktan sonra, en hafifi kırbaçlamak olmak üzere. türlü işkencelerle öldürülürler. Tekkeler Köyü'nden on beş genç kız, ayaklarından ağaçlara asılmışlar, uzun işkencelerden sonra öldürülmüşlerdir. Kantarcılar köyünde, ağaç, yerini tavanla değiştirir: Bu köyde, altı evin kadınları, ayaklarından tavana asılmışlar: "yalnız dizlerinin aşağısı" kalmak suretiyle, vücutlarının diğer kısımları "lime lime" edilmiştir.

            8.Kazığa vurma. Yunanlılar, Marmara Bölgesi Müslümanları'na bunu da revâ gördüler: Çınarcık Köyü yolu üzerinde, bir ailenin dört ferdi kazığa vurulmuş şekilde bulunmuşlardır. Köyün içinde Celâl Efendi'niıı dört yaşındaki torunu Nigâr, Nigâr'ın ablası Faika, -bunların adı kitapta geçmeyen- diğer ablaları aynı akibete uğramışlardır.

            9.Katmerli işkenceler. Bayramiç'ten üç saat uzakta bulunan Tepeler Köyü'nde, İsmail ile karısına dört işkence birlikte uygulanır: Yunan askerleri tarafından ölüm derecesinde dövülen bu karı-koca kumandana müracaat ederler; o da önce dillerini kestirir, sonra kazma ile kendi mezarlarını kendilerine kazdırır, nihayet bu zavallıları diri diri gömdürerek üzerlerine büyük taşlar yığdırır.

            "Yunan Mezâlimi"nin Marmara Bölgesi'ndeki en korkunç tezahürü, cinsiyetle ilgilidir.

            Girdikleri yerde ırza tecavüz, bahse bile değmez, ehemmiyetsiz bir hâdise hâlini almıştır: Cihanköyü, Dontluca ve Reşadiye'den Gemlik'e sevk edilen kafiledeki kadınlar, yaylım âteşine tutulmadan önce, bu muameleye uğramışlardır. Kitapta, Dontluca'dan bahsedilirken: "Yapılan cinsî sapıklıklar sonsuzdur" deniyor. Adapazan'na bağlı Berşika, Cebecioğlu, Erenler, Şeyhler Köyü, Peşkeş Hacı İsmail Köyü gibi yerlerde cinsî tecavüzler ziyâdedir. İmranlar Köyü'nde ırzlarına tecavüz maksadıyla toplanan kadınlardan karşı koyanlar, doğranırlar. "Kantarcılar Köyü'nden Çakırlı Hüseyin'in karısını, kızlarını, baldızını dağa kaldırıp şenî emellerine âlet ettikten sonra, çırılçıplak ve kanlar içinde gece yarısı köye yollarlar." Aynı köyün diğer kızları yirmişer Yunanlı tarafından kirletildikten sonra başlan kesilmek suretiyle öldürülür. Çubuklu'da camiye doldurularak malûm muameleye tâbi tutulmuşlardır. Hamidiye köyünün kızları kirletilir. Bilinmeyen yerlere kaçırılan kadınlar arasında, Adapazarlı kızlarından da bahsedilmiştir.

            Yunanlılar;, hakaret derecesini artırmak için, bu işi erkekler karşısında yapmayı tercih ediyorlardı: Narlı, Kapaklı ve Karacaali'de kadınlar, 200 Yunan askeri tarafından çevrilip kocalarının karşısında tecavüze uğrarlar. Kocadere-i bâlâ'dan büyük bir sal içinde İstanbul'a kaçmakta olan 230 kişilik bir Türk kafilesi, Yunan askerleri tarafından yakalanıp sahile çıkarıldıktan sonra; bunların imhalarıyla son bulan çeşitli işkencelerden biri de, erkeklerin gözleri önünde, genç kız ve kadınlara tecavüz edilmesidir. Yalova'daki Yunanlılar, Kelek, Zindanköy, Uzunpınar, Müselim, Çalcıköy, Delipazarı, Salucak, Dağıstanî, Reşadiye, Kirazlı, Yurtan köylerine ikinci saldırışlarında, bu yerlerde ne kadar genç kız varsa hepsini Çalcıköyü'ne toplanmışlar; "evlerden getirilen yataklar ağaçların altına serdirilmiş ve erkekler de toplu hâlde oraya getirilerek kurşun tehdidi altında yapılan âlemleri seyre mecbur tutulmuşlardır".

            Bu tecavüzlere, yalnız genç kadın ve kızlar alet edilmiyordu: Bazan cinsî sapıklık bazen hakaretin derecesini yükseltme arzusu, onları küçük kız çocuklarıyla ihtiyar kadınlara da yöneliyordu: Kocadere-i bâlâ köyünde Muhacir Abdullah'ın  sekiz yaşındaki kızı Nermin, ırzına tecavüz edildikten sonra öldürülmüştü. Tahkik heyeti, Orhangazi'de gübre yığınları üstünde, ırzına tecavüz edilmiş, güçlükle konuşulabilen bir kız çocuğuna rastlar. Gemlik'e bağlı' Pazar Köyü'nden, yaşı 60'ı bulan Nuriye Hanım, kocasının gözü önünde altı Yunanlı askerin tecavüzüne uğrar (Sonra da bu koca, karısının gözü önünde kıtır kıtır kesilmiştir). Orhangazi'de 70 yaşındaki Sebile Hanım da, bu hakarete maruz kaldıktan sonra öldürülmüştür. Aynı kasabanın sokaklarında cesedine rastlanan 60 yaşındaki Huriye Hanım da, bu muameleden kurtulamamıştır.

            Kadınları soyup sokaklarda çıplak dolaştırmak, basit bir eğlencedir: Şahinburgaz köyünde Esma'nın başına bu da gelir; ettiklerine gülmeyenler de süngü ve kasatura ile yaralanırlar.

            Daha iğrenç bir şey ister misiniz? Çınarcık köyünde "Yunanlılar erkek evlatlarına annelerini peşkeş çekmek istemişler, fakat ölüm pahasına bu işi yapmayan delikanlılar süngülerle öldürülmüşlerdir".

            Memeleri kesilen kadın ve kızların, cinsiyet organları kesilen erkeklerin hesabı yoktur: Çınarcık Köyü'nde genç kızların memeleri kesilmiş, ateşte pişirilmiştir. Kocadere-i bâlâdan Muhacir Abdullah'ın kızı Hasibe; hem memelerini hem başını kaybeder. Başka bir vesile ile de söyledik: Yeniköy'de on üç yaşındaki bir kızın memeleri oyulup yerlerine tahta parçaları sokulmuştur.

            Erkeklerin edep yerlerini kesmekle kalmamışlardı; kadın cesetlerini de bunlarla tahkir ediyorlardı: Nitekim Yeniköy sokaklarından birinde, "70 yaşındaki bir kadın cesedi üzerinde, erkek organları bulunmuştu". Esasen bu köy sokaklarında dağılan cesetlerin hemen hepsinin cinsiyet âzâları kesilmiş veya oyulmuştu. Çınarcık köyünden Mehmed, edep yerlerinden mahrum edilir. Kocadere-i bâlâ'dan Muhacir Abdullah, bir yandan edep yerleri kesilmek, diğer yandan süngü ile karnı deşilmek suretiyle öldürülür. Kiiçükaşağı, Bıiyükaşağı, Bucaklı köylerinde ağaçlara asılan Hüseyin, Ali, Aşlamacı İbrahim, Hasan Çavuş, Recep, İsmail adlı şahısların karşılaştığı muamele, korkunçluğu nisbetinde de iğrençti): Bunların malûm azalan kesilir; karılarının gözleri önünde, " birbirlerine" çiğnetilir.

            İzmit'te genç kadın ve kızların gece vakti evlerinden çıkarılış tarzlarını, doldurduktan hamamlarda başlarına gelen hadiseleri, bu hamamlardan çıkarken ne hallere girmiş olduklarını yazmıyorum.
İsterdik ki bir teki kalmamacasına bütün Türkler imhâ edilsin

            Yalnız Yalova'da bulunan Yunan subayı Papa Grigor'un öldürdüğü Türk sayısının 6500'e yükseldiğini bildirirsem, güdülen niyetin ne olduğu anlaşılır. Mâmafıh İznik'te başpiskopos Vasilyus, Ortodoks kilisesini ziyâret eden Maurice Gehri'ye bunu, açık olarak ifâde etmiştir. Gehri bu din adamının: "Yunan ordusu, tedip hareketinde çok mutedil davrandı. Ben ki asker değil bir din adamıyım. İsterdik ki bir teki kalmamacasına bütün Türkler imhâ edilsin" dediğini yazıyor.

            Marmara Bölgesi'ndeki "Yunan Mezâlimi"nin derecesini anlamak için, Milletlerarası Kızılhaç teşkilatı temsilcisi olan M. Gehri'nin şu cümlesini okumak yeter: "Bir insanın veya bir milletin bu kadar vahşi olabileceğine inanmak güçtür. İzmit sokaklarını gördükçe buraya insandan başka bir felâketin geldiğini zannediyorum. "Bu ve benzeri felâketlere âit teferruat, "Sebil Yayınlan" arasında yer alan kitapta rapor, fotoğraf nevinden çeşitli vesikalarıyla ortaya dökülmüştür.

            Bu yurdun şâirleri, çeşitli eğilimlerle gözünü Vietnam gibi uzak ülkelere çevirebilir. Devlet, çok ince olan diplomatik düşüncelerle, bu konuları dile almaktan çekinebilir. Bunlardan korkmamak lâzımdır. Asıl korkulacak şey, büyük halk kalababalığının işi unutmasıdır.


Yeni İstanbul Gazetesi-1966
Kaya Bilgegil, Kaya Bilgegil’in Makaleleri, Haz.Zöhre Bilgegi, Ankara, 1997, s.130-155

Ayrıca Yunan Mezalimi ile ilgili şu kaynaklara bakılabilir:

Prof.Dr.Mustafa Turan, Yunan Mezalimi (İzmir, Aydın, Manisa, Denizli–1919–1923), Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 1999.

Prof.Dr.Zafer Çakmak, İzmir ve Çevresinde Yunan İşgali ve Rum Mezalimi, Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2007.
Türkiye’de Yunan Fecâyiî, (Yayına Hazırlayanlar: Mustafa Turan, Süleyman Özbek, Zahit Yıldırım), Berikan Yayınevi, Ankara 2003.

Arşiv Belgelerine Göre Balkanlarda ve Anadolu’da Yunan Mezalimi,Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, Heyet, Ankara, 1995.
Balkanlarda Yunan ve Bulgarların Balkan Savaşları sırasında oradaki Türklere yapmış olduğu zulümleri bir hikaye formatında okumak isterseniz, Ömer Seyfettin’in Beyaz Lale adlı hikayesini okumanızı tavsiye ederim. Orada da  kan donduran olayları okurken büyük bir hüzün kaplayacaktır içinizi.