Bu Blogda Ara

Türk Dili ve Edebiyatı sitesi, Edebiyat derslerine yardımcı,

9 Aralık 2022 Cuma

Edebiyat Akımları ,Batı Edebiyat Akımları

 

EDEBİYAT AKIMLARI


HÜMANİZM     (İNSANCILIK)


Bütün insanlar kardeş, din, dil, ırk farkı gözetilmez. Klise ve devlet baskısına karşı özgür düşüncenin tepkisi olarak çıkmıştır. Eski Yunan ve Latin edebiyatından yola çıkar. Önce İtalya, sonra İspanya, Portekiz, Fransa, İngiltere ve Almanya’da görüldü. Üslup ve biçime çok önem vermişlerdir.

Sanatçılar: Dante, Boccacio, Petrarca, Montaigne, Tasso, Seneca, Epiktetos. Ariosto, Rebelais, Cervantes, Shakespeare.


KLASİSİZM(KURALCILIK)

 

17. yy ortalarında Fransa’da çıktı. 1660 ekolü. Düşünsel temelini Descartes’ın “rasyonalizm(akılcılık)” felsefesi oluşturur. Ona göre duygular yanıltıcıdır, gerçeğe ancak “akıl” yoluyla ulaşılabilir. Kurucusu Boileau kabul edilir. (“Şiir Sanatı” adlı manzum yapıtında açıklar. )

1. Akıl ve sağduyu ön planda tutulur. İnsanı insanı yapan bunlardır. Uyumlu insan tipini ancak akıl yaratabilir.

2. Eski Yunan ve Latin edebiyatından konularını alırlar. Bu eserleri hala beğenmemizin sebebi, eserlerin insanlık ülküsüne ve değişmeyen akıl ilkelerine bağlı olmalarıdır.

3. Kişiler seçkin ve soyludur. Sıradan kişilere yer vermemişlerdir.

4. Sanatçılar, kişiliklerini eserlerinde gizlerler.

5. Ahlak kurallarına ve gerçeğe uygun olmasına dikkat edilir.

6. Sanat sanat içindir. Üslup çok önemlidir. Üslüp süssüz, sade, açık ve sağlamdır.

7. Eserlerde insan” ön plana çıkarılmış, insan dışındaki varlıklar ikinci planda kalmıştır. Eserlerde değişmez tipler oluşturulmuştur. İnsan dışındaki her şey ihmal edilmiştir.

8. Gerçek “tabiat”ta vardır;tabiata saygı gösterilmeli, onu örnek almalıdır. Sanatçı tabiatı örnek alırken, ahlakçı bir yol tutmalı. Ancak bu tabiat, dış dünya değildir, insanın hayvandan ayrılan iç dünyası, karakter ve davranışlarıdır

Dikkat: Akıl ve sağduyu –,Tanrılar, seçkin, insanlar – soylu dil-Kurallar


Sanatçılar:Descartes, Boileau, La Rochefoucauld, Pascal, La Fontaine, Moliere, Corneille, Racine, La Bruyere, La Fayette, Daniel Defoe, Fenelon, Voltaire;Şinasi, A. Vefik Paşa

 

ROMANTİZM         (COŞUMCULUK)


18. yy. İngiltere’de doğdu, oradan Almanya ve Fransa’ya geçti. Fransa’da 1830’lu yıllarda klasisizme tepki olarak gelişti. Fransız İhtilali’nin etkisi büyüktür çıkışında. "Aydınlanma Çağıdenen düşünce ortamının ürünüdür. Aslında edebiyattaki liberalizmdir. Bu akımın ilkeleri ilk kez Victor Hugo’nun “Cromwell” oyununun önsözünde açıklandı.

İlkeleri:

1. Romantizm, klasisizmin önem vermediği “din duygusu”na dayanır. Kişileri bir inanca götüren, akıldan çok duygular olduğuna göre, romantizmde “duygu, coşkunluk ve hayal” önem kazanır;akıl ve mantık bi lirzm içinde erir.

2. İnsan ruhuna önem vererek “karşıtlık”lardan, ikiliklerden (güzel-çirkin, iyi-kötü, doğru-yanlış) yararlanırlar. Kahramanlar iyi ya da kötüyü temsil ederler. İyiden yana tavır.

3. Gerçek bir yönüyle değil, çirkin, bozuk, gülünç, bütün yönleriyle verilir. .

4. Konular milli kaynaklardan, günlük hayattan ve tarihten vs. alınır.

5. Eserde akıl yerine duygulara, hayallere, içgüdülere ve tutkulara aşırı derecede yer verilmiş, böylelikle klasik akımın bütün kural ve şekilleri yıkılmıştır.

6. Yazar, kişiliğini gizlemez.

7. Üslupta, dilde serbest hareket ederler, sanatlı ve süslü bir dil kullanırlar. Dil savruk ve kuralsızdır.

8. Toplum için sanat vardır. 

Dikkat: Duygu ve hayal – taraf tutma –din - halkı
eğitme

Sanatçılar:Victor Hügo, J. J. Rousseau, Chateaubriand, Lamartine, A. Dumas Pere, M. De Sael, George Sand, A. De Musset, Goethe, Schiller, Byron, Shelley, Keats, Puşkin; N. Kemal, Ahmet Mithat, R. Mahmut Ekrem(şiirleri), Abdülhak Hamit.

 

REALİZM     (GERÇEKÇİLİK)


19. yüzyılın ikinci yarısında romantizmin aşırı duygusallığına tepki olarak çıktı. Realizmin temelini Aguste Comt’un pozitivizm(olguculuk) felsefesi oluşturur. (Pozitivizm: Doğadaki olayları metafizik düşünceler yerine bilimsel gözlem ve deneylerle açıklamaya çalışan, neden-sonuç ilkelerine önem veren bir felsefe akımıdır. )Bu dönemde bilimlerde gelişmeler olmuş, deney ve gözleme önem verilmiştir. Gerçeği olduğu gibi anlatmak temel ilkedir.

Balzac ve Stendhal bu akımın müjdecisi ve hazırlayıcısıdır. Gustave Flaubert (Madame Bovary) ile kesin biçimini aldı. Flaubert, realist akımın kuramcısı kabul edilir.

Özellikleri:

1. Duygu ve hayaller, yerini insan ve toplum gerçeklerine bırakır.

2. Konular gerçeklerden seçilmiş, gözleme çok önem verilir. Gerektiğinde anket gibi bazı sanat dışı yöntemlere bile başvurulmuştur. Fotoğrafçı gerçekçilik” anlayışı benimsenmiştir. Bilim adamı gibi davranmışlardır. Yazarlar, eserlerine kişiliklerini katmamışlardır.

3. Kişiliğin oluşmasında çevre önemlidir. Çevre bütün ayrıntılarıyla işlenmiştir. Betimlemeye çok önem verildi. Betimlemeler, kişilerin iç ve dış yapılarını etkileyen bir ögedir

4. Kahramanlar her kesimden olabilir. Her konu işlenebilir.

5. Biçim güzelliği, konu kadar önemli görülmüş, dilde ve anlatımda süsten, özentiden kaçınılmıştır. Üslup açık, sağlam, yapmacıksızdır.

6. Sanat için sanat anlayışı vardır.

7. En çok gelişen tür roman ve hikayedir.

Dikkat:  Gözlem – gerçeklik – sade dil

Sanatçılar:Stendhal, Balzac, G. Flaubert, Gogol, Turgenyev, Dostoyevski, Tolstoy, Çehov, Gorki, C. Dickens, Ernest Hemengway, John Steinbeck; Recaizade Mahmut Ekrem, S. Sezai, N. Nazım, Halit Ziya, Yakup Kadri, M. Şevket Esendal, Refik Halit, Sait Faik)

 

NATÜRALİZM         (DOĞALCILIK)


19. yy ikinci yarısında Fransa’da çıktı. Realizmin bir üst basamağı. Bu akımın ortaya çıkmasında “determinizm(gerekircilik) etkili oldu. (Tabiat olaylarında aynı sebepler aynı sonucu doğurur. ) anlayışının romana uygulanmasıdır. Natüralistler, toplumu büyük bir laboratuvar, insanı deney konusu, sanatçıyı da bir bilim adamı olarak görmüşlerdir. Ruhu önemsememişler, daha çok maddesi üstünde durmuşlardır. "Bilimsel realizm. "Realizmin gerçekçilik anlayışı yetersiz bulduğu için çıkmıştır. Herhangi bir akıma tepki olarak çıkmadı. Emile Zola’nın çabalarıyla ortaya çıktıDeneysel roman(1880)adlı kitabında açıklar. Ana ilke şudur. Sanat doğanın kopyası olmalıdır.

İlkeleri:

1. Sanat toplum içindir.

2. İnsanların davranışlarını soyaçekime bağlı içgüdülerin ve çevrenin belirlediğine inanılır.

3. Sanatçılar, kişiliklerini gizlemişlerdir. Tam bir bilim adamı tarafsızlığı sergilerler. Tam bir nesnellik. . ”Zabıt katibi” yakıştırması yapılmıştır. Tutanakçı. .

4. Üslupta titiz davranılmamış, bayağı ve çirkin sözlere sık sık yer verilmiştir.  Argoya bolca yer verilir

5. Kahramanların fiziksel özellikleri çok ayrıntılı olarak verilir. Betimleme çok önemli.

6. Realistlerdeki biçim güzelliği, kompozisyon olgunluğu ve üslup kaygısı natüralistlerde yoktur. Ama açık ve yalın dil kullanılır.

7. Onların eserlerinde insan kendi yazgısını biçimlendirici, çevre üzerinde değiştirici bir güç  taşımaz. Eserlerde genel olarak “kötümserlik hakimdir. 

Dikkat: Deney –-detay-doğa-labaratuvar- bilim adamı – doğalcılık



Sanatçılar:Emile Zola, A. Daudet, Gouncort Kardeşler, G. De Maupassant;Hüseyin Rahmi.

 

PARNASİZM         (ŞİİRDEKİ GERÇEKÇİLİK)

 

19. yy ikinci yarısı. Fransa’da , romantik şiire tepki olarak çıktı. 1886’da “Parnas adlı derginin yayınlanmasıyla başladığı kabul edilir. Parnas, mitolojide ilham perilerinin yaşadığına inanılan efsanevi dağın adıdır. Şiir, salt biçim olarak görülür. Biçim güzelliği her şeyin üstünde tutulur. Ölçü ve uyak önemli, ritim ön plana çıkarılır. Duygunun yerini düşünceler alır. Şairin kendi duygularını ifade etmesini istemezler. Her türlü ahlaki ve sosyal konuları reddeder. Şiirde ayrıntılı ve nesnel betimlemelere yer verilmiş, duygusallık reddedilmiştir. Parnas şiir; ferdi olmayan, objektif, hassasiyet ve heyecanlara kapalı bir şiirdir.Lirik değildir,tasviridir.

*Tarihteki mutlu dönemlere duyulan özlem, yabancı ülkelerin manzara ve gelenekleri (Hint ve Uzakdoğu konuları) işlenen ana konulardır. İşlenen bazı konular klasisizmle benzerlikler taşır. 

 
 

Sanatçılar:Th. Gautier, Banville, F. Coppe, Heredia, Prudhome, L. De Lisle. Tevfik Fikret.

 

SEMBOLİZM          (SİMGECİLİK)

 

19. yy. son çeyreğinde (1880’li yıllardan sonra)Fransa’da, Parnasizme tepki olarak doğdu. Duygusallığa, insanın iç dünyasına yönelirler. Onlara göre somut varlıklar, dış dünya ile insanın duyuları arasında köprü kurmaya yarayan birer simgedir. Çünkü dış gerçek, ancak insanın algıladığı şekliyle vardır.

    Sembolizmin müjdecisi Baudleairedir. Kuramını Mallerme ortaya koymuş, akımda ilk bildirgeyi ise Jean Moreas yayımlamıştır.

    19. yy. da makineleşme, bilimsel gelişmeler insanı mutlu etmekten çok bunalımlara iter. Bu bunalım, Fransızların Almanlara yenilmesiyle daha da artar. Sanatçılar böyle bir ortamda ruh sarsıntıları geçirmişler, içlerine kapanmışlardır. Alman filozofu Schopenhauer’ın, ”Dünya bir tasavvurdur, bir hayalden ibarettir. ” temeline dayanan felsefe yaygınlık kazanır, bu akımın doğuşunda bir etken olur. İdealist Alman filozofu, her olayı “esrarlı ve hayali olgular” biçiminde açıklar. Sembolistlerin de “aydınlıktan ve bilimden kaçarak yarı aydınlık ve belirsiz ortamlara sığınmalarının”temelinde bu felsefe yatar.

Özellikleri:

1. Sanat sanat içindir. Lirizm önemli.

2. Şiir, sessiz bir şarkı olarak tanımlanmış ve müzik şiirin amacı durumuna getirilmiştir. Sözcüğün anlam değerinden çok müzikal değeri önemsenir; şiir, müziğe yaklaştırılmış, ahenge önem verilir.

3. Gerçeklerden kaçma, hayale sığınma, çirkinlikleri hayal yardımıyla güzelleştirme, karamsarlık en belirgin özellikleridir.

4. Durgun sular, ay ışığı, alacakaranlık, tan vakti, perdede gezinin gölgeler, üzüntü, üzüntü veren renkler, ölüm, gün doğumu, günbatımı” gibi belli belirsiz varlıklar ve görüntüler işlenen başlıca temalardır.

5. Şiir anlamca kapalı olmalı, şiiri herkes kendince yorumlayabilmelidir. Farklı çağrışımlar yaratılır, bol bol mecaz ve istiarelerden yararlanılmış, ağır bir dil kullanılmıştır.

6. Gerçeği olduğu gibi anlatmak mümkün olmadığından dış dünya değiştirilerek verilir.

7. Öznellik bakımından romantizmle bir benzerlik vardır. 

Dikkat: Anlam kapalı-imge-mecaz-kapalı dil –soyut anlatım – melankolik edebiyat

Sanatçılar:Edgar Allen Poe, Baudelaire, A. Rimbaud, P. Verlaine, S. Mallerme, Paul Valer; Cenab Şehabettin, Ahmet Haşim.

 

EMPRESYONİZM      (İZLENİMCİLİK)


20. yy. Fransa’da doğdu. Asıl etki resimdedir. Edebiyat ve müzikte de etkili oldu. Sembolizmle birlikte gerçeküstücülüğü hazırlayan bir akım niteliğindedir. Sanatçılar, çevresindeki varlıkları değil, bunların kendilerinde bıraktığı izlenimleri aktarır. Aslında empresyonizm, sembolistlerin şiirde uyguladığı bir yöntemdir. Anlam belirginliğinden çok, kapalılık yeğlenmiş, anlamın yoruma uygun olması amaçlanmıştır.

   Empresyonizm, her şeyden önce özgürlüğün sembolüdür. Biçime, uyağa önem vermezler. Sanat için sanat vardır. .

   Duyularımız dış dünyayı bize olduğu gibi değil, onun gerçek görünüşünü değiştirerek ulaştırır.

Sanatçılar:R. M. Rilke, James Joyce, Cezanne;A. Haşim.


EKSPRESYONİZM     (DIŞAVURUMCULUK)


Empresyonizme tepkidir. 20. yy. başı. Almanya’da doğdu. Natüralizm ve empresyonizme tepki olarak doğdu Önce resimde çıktı. Bu akım, sanayi çağının anlamsızlaştırdığı yaşama karşı “ruhun isyanı”dır. Öznel gerçekçiliğe ve iç gözleme çok önem verilir. İnsanın iç dünyasındaki duyguları, bireyin en gizli yönlerini anlatmaya önem verir. Amaç insanın ruhsal durumlarını anlatmaktır. Eserlerde  fantastik ve korkunç olaylar anlatılmıştır.


Sanatçılar: Vincent Van Gogh, J.Joyce, Kafka, Eliot, Strinberg, O’neill.

Türk edebiyatında belirgin bir sanatçısı yoktur.

 

KÜBİZM


20. yy.  başlarında İspanyol ressam Picasso tarafından resimde açıklanmış, sonra edebiyata yansımıştır. En önemli temsilcisi G. Apollanaire’dir. Empresyonizme tepki olarak doğmuştur. Anlatımı canlandırmak, duyguları, olayları birbirine karıştırmaktır. Eserlerdeki karmakarışıklık buradan gelir. Dış dünyadaki nesnelerin yalnız görünen değil görünmeyen taraflarını da göstermeye çalışan bir akımdır. Yaşam çok boyutludur. İyi bir sanatçı, insanın hem dış görünüşünü hem de düşündüklerini eserine yansıtabilmelidir. Bu da geometrik şekillerle dile getirilir. Kübizmde insan, doğa ve eşya bambaşka bir açıdan yorumlanır.

Sanatçılar: Guilaume Apollinaire, Blaise Cendrars. Türk sanatçı yok.

 

FÜTÜRİZM      (GELECEKÇİLİK)

 

İtalyan şair Filippo Tomass Marinetti’nin 1909’da yayımladığı bildirgeyle ortaya çıkar. Yaşamın sürekli ve hızlı bir değişim içinde olduğunu, sanatın da bu hıza ayak uydurması gerektiğini savunur. Ölçülü, uyaklı şiiri reddeder. Geleneksel dilbilgisi kurallarını dışlar. Geçmişe ait tüm değerleri yıkmak isterler. Makineleşmeye hayranlık, hız, ataklık, gemilere , trenlere, uçaklara övgü temaları vardır. Doğanın hareket ve canlılığı sanata aktarılmalıdır. Onların şiirinde duygunun yerini makine, çark sesleri, fabrika gürültüleri almıştır. I. Dünya Savaşından sonra yerini Dadaizme bırakmıştır.

Sanatçılar: Mayakovkski, Marinetti; Nazım Hikmet.

 

DADAİZM      (KURALSIZLIK)


1916’da Romen asıllı İtalyan şair Tristan Tzara ortaya attı. Her türlü geleneğe karşı çıkar. Bireyi aklın tutsaklığından ve akla dayalı düzenden kurtarmak, sanatta her türlü geleneği yıkmak, sözcükleri bilinen anlamları dışında kullanmak, yerleşik dil ve estetik kurallarını kaldırmak, akıldışılığı, kuralsızlığı ve sürekli değişmeyi savunmak bu akımda amaçtır. Kendilerine bile karşıdır. (Sanatta anarşizm)Hiçbir şeyin doğruluğuna ve varlığına inanmazlar. Dadaizmde, bilincin yönünü kaybetmiş bir kuşağın ümitsizliği ve isyanı vardır.

     Onlara göre her şey anlamsızdır. Bu akım, sanata karşı isyandan doğmuştur. Saçmadan, bayağıdan, gülünç ve kabadan yanadırlar. Kelimeler rastgele kullanılmalı, kurallar yıkılmalıdır.

Sanatçılar: Hugo Bale, Richard Hülsenbeck, Hans Arp’tır. Türk yazar yoktur.

 

SÜRREALİZM       (GERÇEKÜSTÜCÜLÜK)

 

1924. Fransa. Andre Breton tarafından Sigmund Freud’un etkisinde geliştirilmiştir. Akla karşı ayaklanmadır aslında sürrealizm. Dadaizmin akla, mantığa ve yerleşik kurallara isyan görüşünden hareket eder, bilinçaltının karmaşık dünyasını sanata aktarmayı amaçlar. Onlar, gerçek sanat eserinin, bilinçdışı, bir anda, otomatik biçimde doğabileceğine inanırlar. Akıl ve mantık değersizdir. İnsanı yönlendiren, içgüdü ve bilinçaltıdır. Bilinçaltının rüyada çıkacağına inanılır. İçinden geldiği gibi yazmak bu akımın en belirgin özelliğidir. Onlar noktalama işaretinin kullanılmasını tehlikeli bulurlar.

Sanat için sanat anlayışından daha çok bilim için sanat anlayışı egemendir.

II. Dünya Savaşından sonra yerini varoluşçuluğa bırakır.

Sanatçılar:A. Breton, P. Eluard, L. Aragon

 

EGZİSTANSİYALİZM      (VAROLUŞÇULUK)

 

20. yy. Fransa. İnsanın önce var olduğunu, daha sonra hareket ve davranışlarıyla kendini yeniden yarattığını ileri sürer. J. P. Sartre tarafından edebiyata uygulanmıştır. Temeli Descartes’ın “Düşünüyorum o halde varım. ” görüşüne dayanır. Bu akıma göre, ”var oluş”, ”öz”den önce gelir; yani kişi önce dünyaya gelir, var olur, sonra da kendi değerlerini kendisi yaratarak “öz”ünü ortaya koyar. İnsana yol gösterecek tek varlık, yine kendisidir. İnsan özgür olmak zorundadır ve her eyleminden sorumludur. İnsan kendi özünü yaratırken, değişik seçimler yapmak zorunda kalır; bu da insanı bunalımlara sürükler.

Saçma, umutsuzluk, başkaldırma, sorumluluk, dayanışma,seçme ve özgürlük önemli kavramlardır. Topluma karşı fert yüceltilmiştir. İnsanın var oluş problemi vardır. İnsan, “hiçbir şey”dir, önceden ne olduğu belirlenemez. Ancak var olduktan sonra kendini tanımlayarak şekillendirecektir.

Sanatçılar:  J. P. Sartre, A. Camus, A. Gide,

Franz Kafka, W. Fulkner, A. Malraux, Beauvoir; Oğuz Atay, Ferit Edgü, Ohan Duru, Bilge Karasu,Turgut Uyar, Edip Cansever

 

 

Hazırlayan:

Selahattin ÇETİN

Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

29 Kasım 2019 Cuma

KİTAP, KİTAP HASTALARI VE KİTAP FUARLARI





                Kitaba aşina olanlar için,  kitap fuarları pek büyük anlamlar ifade eder,  hele hele kitap hastaları için kitap fuarları daha bir başka mekânlardır.  Kitap hastalarının,  hastalıklarının geçebileceği,  yani iyileşebileceği yerlerdir kitap fuarları.  Bu hastalıklarını teskin edecekleri yegâne yerlerdir.  Kitap hastaları,  bu tutkularını,  bu hastalıklarını ancak kitap fuarları ile tatmin edebilirler.  Kitabın bulunduğu,  kitabın teşhire açıldığı bütün yerler “kutsal”dır onlar için.  Bu kutsallık izafe ettikleri yerlere kitap hastalan uğramadan,  ziyaret etmeden,  kitapların hal ve hatırını sormadan edemezler.  Onların işidir kitaplarla haşır neşir olmak,  kitaplarla dostluk kurmak...  Kitap fuarları,  onların kitaplarla daha sıkıca irtibat kurdukları,  dostlarının daha yakından ve içten hatırlarını sordukları,  kitapları kokladıkları yerlerdir.  Kitap fuarları onlar için,  bulunmaz,  kaçırılmaz fırsatlardır,  kitaplarla daha içli dışlı olabilmek için...  Onlar kitabın değerini bilirler,  onlar kitabın ruhunu okurlar...Bu yüzden şefkatle,  sevgiyle,  saygıyla yaklaşırlar kitaba. .  Kitapları tutuşlarındaki şekil bile onların kitaplara ne kadar,  şefkatle,  sevgiyle yaklaştıklarını belgeler... Onlar kitaptan anlarlar.

                 Kitap hastaları için kitap bir tutkudur gerçekten.  Kitap hastaları derken,  bunu olumsuz bir yönde almamak gerektiğini hemen belirtmeliyiz.  Kitap hastalarının,  kitap hastası olmaları,  kitabı biriktirmek,  kütüphanelerini doldurmak için değildir hiçbir zaman. Olmamalıdır en azından.  Onlar,  değer verilmeyen,  değeri herkes tarafından anlaşılmayan kitapların sahipsiz,  kimsesiz,  alıcısı yokmuş gibi garip bırakılmalarına dayanamazlar.  Değerli kitapların, değersiz gibiymiş gibi hakaretlere maruz kalmalarını,  kitap hastaları,  kitap tutkunları içlerine sindiremezler; kitaba en büyük hakaret olarak görürler onlar böyle davranışları...

                Kitap,  bir tutkudur aşk derecesinde kitap hastaları için...  Kitaba aşkla bağlanmışlardır.  Aşk,  ama temiz,  saf,  güzel duygularla bezenmiş bir aşk...  Ve bu aşk,  hayat boyunca devam eden,   yoğunluğundan,  gücünden bir şey kaybetmeden süren bir aşktır. Kitapların değerinin yükselmesi,  astronomik rakamlara çıkması da pek etkilemez kitap hastalarını.  Değerli bir kitapsa, kitap fiyatının fazla olması,  cebini biraz zorlasa da kitap hastasının o kitabı almasına bir engel teşkil etmez: çünkü  onlar için,  hayatta hava,  su nasıl bir gereklilikse kitap da öyle bir gerekliliktir, vazgeçilmez bir ihtiyaçtır.  Güzel  ve yararlı bir kitap gördüklerinde,  kendilerini zorlayacağına bakmaksızın,  hatta bunu düşünmeksizin almaya çalışırlar.  Bu bakımdan da maddi güçlüklerle de karşılaştıkları bir ger çektir.  Ama buna aldırış da etmezler o kadar.  Önemli olan kitaplarına kavuşmaktır.

                Kitap hastaları için dedik,  kitap fuarları ayrı bir anlam taşır.  Bu yüzden nerede kitap fuarı varsa,  kitap hastaları da oradadır.  Gitmeyi eksik etmedikleri yerlerdir kitap fuarları...  Onların vazgeçmedikleri, vazgeçemeyecekleri mekanlardır kitap fuarları.  Bu yüzden açılışlarını sabırsızlıkla beklerler kitap fuarlarını...

                Acaba kitap fuarlarına bizim ilgimiz nasıl?..  Kitaba ilgimizin olması için ille de kitap hastası mı olmamız gerekiyor?  Kitapla ilgi kurmamız için ille de kitap hastası olmak gerekmiyor; kitaba gerekli sevgi ve saygıyı besleyelim,  yeter.  Ama diyeceksiniz ki bu sevgi ve saygıyı nasıl elde edelim?  Kaldı ki sevgi ve saygı gösterdiğimiz halde,  bu yeterli olmuyor.  Çünkü kitap alabilmek yalnızca sevgi ve saygıyla olmuyor,  parayla oluyor...  O da biz de yok (mu? ) diyorsunuz.  Kendimizi biraz zorladığımız zaman kitap almaya da az çok durumumuz müsait olacaktır; içimizde yoksa bu,  zengin de olsak,  bir işe yaramayacaktır.  Şu soruyu soralım kendimize: "Kitabı gerçekten seviyor muyum? " Kitap seviliyorsa,  kitaba değer veriliyorsa,  kitaba ulaşmaya engel olan mazeretlerin çoğu önümüzde duramayacaktır.  “Kitap hastası”  olunsun demiyoruz,  diyemiyoruz,  ama kitaplarla da ilgi kurulsun,  kitaplara soğuk bakılmasın,  az da olsa alıp okunsun diyoruz.

                Kitap,  bizim bir başka silahımız; hatta en önemli silahımız!  Çünkü ilme,  bilgiye bu yolla ulaşılabilir.  Ayrıca kitapsız bir kültürün,  medeniyetin insanları da değiliz biz.  Hakim sistemin "kitapsız" bir dünya kurması düşüncesine, kitaplarla karşı koyabiliriz. Yani kitap okuyarak,  bilgilenerek... Bu silahımızı elimizden almak isteyenlere en büyük tepkimiz kitaba gereken değeri vermek ve kitap okumak olmalıdır. Bu yüzden  “oku” emr-i ilahisini hayatımızın düsturu haline getirmeli, “beşikten mezara” ilmin, bilginin peşinden koşmalı ve bilgilendiğimiz hususları hayatımıza tatbik etme noktasında gayret içinde olmalıyız.




GÖSTERİŞ




                Gösteriş. . .  Göstermek fiilinden türemiş.  Bir büyüklenme,  bir gurur,  kendini pahalıya satma,  pahalı,  değerle olduğunu gösterme. . .  bu demektir gösteriş.  Çağımız bir gösteriş çağı oldu.  Herkeste böyle bir sevda var.  Gösteriş,  çağımızın modem insana bulaştırdığı bir hastalık. ,  modern hastalıklardan bu modern hastalığa tutulmayan yok gibi. Nasrettin Hoca'nın bir fıkrasında,  "Ye kürküm,  ye! " dediği gibi,  insana değil de,  "kürk"e,  dış görüşe önem veriliyor çağımızda.  Kim daha güzel,  daha alımlı,  daha çalımlı,  daha gösterişli gösterirse kendisini,  o beğeniliyor,  o seçiliyor,  o itibar görüyor,  insanın içine değil,  dışına rağbet var çağımızda.  İnsanı düşündüren ve kaygılandıran bir mesele bu.  Herkesi düşündürmesi gereken bir hastalık.  Ve bu hastalık,  gitgide,  insanlann bünyesine "doğal" bir şey gibi yerleşmeye başladı.


                İnsanlar,  niçin gösteriş yapar,  niçin insanlarda böyle bir merak var?  Gösteriş meraklısı bir insan,  neyi ispatlama peşinde?  Kişiliğini mi kanıtlamak istiyor,  kişiliğinin zayıf taraflarını mı saklamak istiyor veya gösterişle elde edeceği bazı menfaatleri mi var?  Bunlann hepsi,  gösteriş meraklısı bir insan için sorulması gereken sorular.  Bir de gösteriş yapmak için gösteriş yapan gösteriş meraklıları var.  Doğrusu,  bu gösteriş meraklılannın hepsi bir alem,  bir başka dünya. . .  hepsinden önemlisi bir hastalık bu. ,  klinik vak'a olarak bu hastalığı belirtmesek bile ona yakın bir hastalık çeşidi.

                Gösteriş meraklısı bir insan,  bir şeyi,  bir şeyleri kanıtlama peşinde herhalde.  "Gösteriş" sözcüğü için sözlükte şu bilgi veriliyor.  Gösterme işi veya biçimi.  Başkalannı aldatmak,  şaşırtmak,  korkutmak veya kendini beğendirmek için birinin yaptığı yapay davranış.  Göze çarpıcı nitelik, göz alıcılık.  Buradaki anlamların hepsi,  önemli.  Özellikle ilgilendiğimiz ise "yapay davranış" ifadesi. . .  Bu üzerinde durulup irdelenmesi gereken önemli bir ifade.  Psikolojiyi de çok yakından ilgilendiren bir mesele.  Sosyoloji de işin içine karışıyor.  İnsanlar,  artık birbirlerine karşı yapay davranıyorlar,  yapay sözcüklerle konuşuyorlar,  yapay ilişkilerle birbirlerini aldatıyorlar.  İşte "gösteriş” ten kastımız bu.
Gösteriş,  insanı,  yapay hareketlere,  davranışlara,  ilişkilere,  düşüncelere yöneltiyor.  Yapay bir şeye insanlar niçin yaklaşıyorlar?  İnsanlar arasında "doğal" davranışların,  konuşmaların,  ilişkilerin olması gerekmez mi?  "Yapay" olan insan neyi amaçlıyor?  Buraya gelmeden önce,  meselenin ne kadar ciddi ve önemli olduğu belirtmemiz gerekiyor.

                Sözlükte,  dikkat edilirse,  "gösteriş" sözcüğü için "aldatmak" anlamı da veriliyor.  Gösteriş sözcüğüne ne yandan bakarsanız bakın,  "olumsuz" bir anlamın yüklendiğini göreceksiniz.  Sonra "yapay" açıklaması geçiyor.  "Yapay "da.  olumsuzluk yüklü bir sözcüktür.  Hele hele bu insan ilişkilerinde söz konusuysa,  durum daha da ciddi bir görünüm kazanıyor.  Çünkü "yapay" olan insanın hiç bir şeyine güven duyulamaz.  Gösteriş,  insanı aldatmak için yapılan yapay bir durum. Oysaki insanlar,  birbirlerine tüm sevecenliğiyle,  içtenliğiyle görünmelidirler.  En güzel ilişkiler,  dostluklar,  içten,  sevecen olanlardır.  Belki de bu dostlukları yitirmemizin sebebi,  bu yapmacık tavırlarımızdır.  Evet,  evet öyle.  Birbirimize,  açık oynamıyoruz.  Açık değiliz.  Birbirimizi yapay yönlerimizle tanıyoruz ve bu da aslında bir tanımak değildir.  Çünkü dostluk bu değildir,  içtenlik bu değildir. Olmayan ve sahte bir kişilik ile,  gösteriş ile ilişki kurduğumuz insanlara kendimizi tanıtıyoruz.  Kendimizi böyle tanıttıktan sonra,  artık o biz,  biz değilizdir;  başka bir kişiliktir o.  Sonra da bütün davranışlarımıza "yapaylık" siniyor,  "yapaylık" bir özellik olarak kalıyor benliğimizde.  Böylelikle de hayat boyunca bu "yapaylık" sürüp gidiyor.  Aldatmacadan başka bir şey değil bu.


                Gerçekte bu  yapaylık”la başkalarını değil,  kendimizi kandırıyoruzdur,  kendi kendimizi aldatıyor,  kendi kendimize işkence ediyoruzdur.  "Gösteriş" yaparak,  kendimizi aldatmak ve hayatımızı bu aldatmayla sürdürmek,  kendi kendimize yaptığımız bir "işkece/zulüm" değil midir?  Başkalarını haydi bu "yapaylık" ile aldatıyoruz,  ya kendimizi ,  kendimizi aldatabilir miyiz?  Başkalarını aldattığımız zaman,  elimize belki bazı menfaatler geçecektir, mevkimiz,  makamımız,  şanımız yükselecektir diyelim.  Ya makamımız yükselirken,  içimizde bir şeylerin eksildiğini,  kişiliğimizden bir şeylerin yok olduğunu,  kişiliğimizin değiştiğini,  hiç hesaba katmayacak mıyız?  Hesaba katmadığımız belli ki,  çağımızda "gösteriş" merakı bir hayli yaygın.

                Gösteriş,  aynı zamanda,  kendimizi beğendirmek için yaptığımız "ekstra" bir çaba.  Böyle bir "ekstra çaba" nın da davranışlarımıza "yapaylık" kazandıracağı da malum.  Dikkat edilirse,  bu "ekstra çaba"yı kendimizi beğendirmek adına yapıyoruz.  Bütün gayretler,  kendimizi başkalarına beğendirmek için. ,  bu amacı gerçekleştirebilecek bütün yollarda serbest. ,  kendimizi ve başkalarını kandırmak pahasına da olsa!  Kendimizi beğendirmek uğruna,  insan,  bakın nelere katlanmıyor ki.  Kendimizi niçin beğendirmeye çalıştığımızı hiç düşündük mü,  düşünüyoruz mu veya?  Bunu biraz düşündüğümüzde,  kişiliğimizden,  kişiliğimizin zayıf yönünden kaynaklandığını bulmakta güçlük çekmeyeceğiz.  Kendimizi beğendirmeye çalışmamız;  kişiliğimizin zayıflığından,  şahsiyetimizin  tam yerine oturamayışından kaynaklanıyor.  Bunu da ekstra bir çaba ile,  "yapaylık"ile kapatmaya kalkışıyoruz.  Böyle yaparak,  ikinci bir büyük hataya düştüğümüzün farkına dahi varamıyoruz.  Çünkü böyle bir davranış,  bizim zayıf yönlerimizi kapatmayacağı gibi,  daha önemli zayıf taraflarımızın çıkmasına bile sebep olacaktır.  Yapay davranışlarla,  olgun bir şahsiyete sahip olunamaz.  Olgunluk
her şeyden önce içtendir ve içten dışa yansır.  İçi olgun olmayanın,  bu olgunluğu dışa vurabilmesi mümkün değildir.  Bu bakımdan da içi olgun olmayanların kendilerini olgunmuş gibi göstermeye çalışmalarındaki,  yapaylık,  ve belki de gülünçlük fark edilmeyecek gibi değildir.  Önce iç olgunlaşır ve olgunlaştıkça dışa vurur bu olgunluk.  Ve gösterişe meraklı olanlarda bu "iç olgunluğa" sahip olmayan kişiliklerdir.  Olgun şahsiyetlerden,  içini olgunlaştırmış insanlardan gösteriş meraklılarına rastlamak mümkün değildir veya çok zordur.  Gösteriş,  olgunlaşmamış,  olgunlaşamamış "çiğ" kişilerin özelliğidir.  Onlar,  ancak kendilerini beğendirmek için "zorlama" davranışlara girerler.  Olgun şahsiyetlerin ise buna ihtiyacı yoktur;  çünkü sadece olgunluk,  insanın beğenilmesi için yeter bir özelliktir ve bu özellik "tabii” dir,  zorlama ile meydana gelen bir özellik değildir.  Olgun insan,  kendini bilen insandır.  Şahsiyetini oluşturmuş insandır çünkü o.  Kendini beğendirme gibi yapay davranışlara meyli yoktur.  Zira şahsiyetini yerine oturtamayanlar,  kendini beğendirmeye,  şahsiyetlerindeki zaafı,  eksikliği kapatmaya çalışırlar.  Ve bu eksikleri daha da büyüttüklerinin,  fazlalaştırdıklarının farkında değillerdir,  bu gösteriş meraklıları.  

                Gösteriş meraklıları,  gösterişe meyledenler,  aynı zamanda toplumda bazı suni/yapay niteliklerle sivrilme amacını güden kimselerdir.  Toplumda elle gösterilen,  devamlı sözü edilen kimseler olmayı isterler gösteriş yapanlar.  Bazı toplumlarda sivrilme,  devamlı adından söz ettirme,  gösterişle mümkün olabilmektedir.  Gösteriş işinde kim daha profesyonel, kim daha tecrübeli ise,  o,  adından söz ettirmekte,  toplumun ilgi odağı haline gelmektedir.  Özellikle de "sanatçı”lar,  toplumun ilgi odağı olmak için gösterişi bir "sanat" haline getirirler. Çılgınlık derecesine varan bir gösteriş olabilir yaptıkları.  Olsun,  mühim olan bütün gözlerin,  konuşmaların ilgi odağı olmak. . .  Bu,  görünüşte kendilerini tatmin ediyor sanılır.  Hiç de öyle değildir durum.  Kendilerini aldattıklarının onlar da farkındadırlar aslında.  Bu yüzden de en ünlü sanatçıların (aktör,  aktrist,  şarkıcı vs. ) hiç olmadık zamanlarda intihar ettiklerine şahit olabiliyoruz.  Daha fazla kendilerini kandırmanın manasızlığını anlayanlar,  çareyi intiharda buluyorlar ne yazık ki!

                 "Gösteriş" için,  "çağımızın bir hastalığı" demiştim.  Gerçekten de doğrudur.  'Yapay" davranışlar içine giren insanlar,  bir hastalık içindedirler.  Çünkü kendileri olamamaktadırlar.  Şahsiyetlerini kemale erdirememişlerdir.  Her şeyleri yapmacıktır,  yapaydır onların.  Kendimizi beğendirmek,  kanıtlamak için "yapay" davranışlara girmenin anlamı yok.  Sadece kendimiz olalım,  kendimiz kalalım,  fıtratı bozacak,  saptıracak davranışlardan kaçınalım,  tüm içtenliğimiz ve sevecenliğimizle kendimizi tanıtalım.  Başkalarını aldatabiliriz,  ama ya kendimizi?  Başkalarına kendimizi "gösteriş" ile beğendirebiliriz;  ama ya biz,  kendimizi beğendirebiliyor muyuz kendimize?  Kendimizi,  kendimize beğendirebiliyorsak,  mesele yok demektir.  Ama başkalarına kendimizi beğendirip de,  biz kendimizi beğenmiyorsak,  ne kadar "gösteriş" meraklısı olursak olalım,  içteki huzursuzluğumuzu gideremeyeceğizdir.  Huzurlu olmanın yolu,  kendimiz olmaktır,  fıtratımıza,  ilahi fıtratımıza sahip çıkmaktır,  yapay davranışlar içine girmemektir.  Kendi olmayan insanlar,  bir bozukluk,  bir hastalık içinde günlerini tüketmektedirler.  Ruhsal bakımdan onların huzurlu oldukları söylenemez.  İnsan ne kadar "yapaylık” tan,  "gösteriş”ten uzaklaşırsa,  o kadar kendisi olur ve o kadar da ruhsal bakımdan huzura kavuşur.

                Gösteriş,  esasında insanın ilahi fıtrattan,  sistemden uzaklaşması sonucu doğuyor.  İnsan,  ne kadar ilahi fıtrattan uzaklaşırsa,  o kadar gösteriş meraklısı oluyor.  Gösteriş meraklısı oldukça da ilahi olandan uzaklaşıveriyor.  Gösteriş bu bakımdan,  insanı kendisine yabancılaştıran bir olgudur da.  tnsan ise,  yabancılaştığının farkında değildir bu here ü merc içinde,  insanlar bu bakımdan "bir hüsran içerisinde” dirler.  "Hüsran içinde olmamak ise,  insanın çabasına bağlı,  ilahi iradeyle birlikte.